Toplu Yazılar | Değince Dokununca: 1-37 | Mustafa Nurullah Celep

MUSTAFA NURULLAH CELEP

DEĞİNCE DOKUNUNCA: 1-37

Dergi Kritikleri

TÜRKİYE’DE EDEBİYAT ORTAMININ GENEL GÖRÜNÜMÜ YA DA

KAVGA DERGİLERİ NEDEN YOK? *

“Gerçek bir şairin yolunu hiçbir şey kesemez. Soluksuz bir şairi de hiçbir dış etken ön sıraya getiremez. (…) Şair kendi yolunu -hem de ilk şiirleriyle- kendisi açar. Şairler bu yeni gelenin yeni bir yetenek olduğunu anlarlar ve yeni bir şair olarak selamlar. Yani kişinin şair olması belli bir dönemde yazan eski-yeni bütün şairlerin fermanına bağlıdır. O ferman olmasa da, şair, direnerek, ona karşın yine açacaktır kendi yolunu.” (Cemal Süreya)

Turgut Uyar 1955’te yayınladığı Evrim dergisindeki yazısında Türkiye’de güdümlü edebiyatın yokluğundan yakınır ve devamında bir fikir etrafında toplanıp o fikrin somutlanması için çalışan dergilerin o günkü şartlarda (1950’ler) var olmadığını bakın şöyle dile getirir:

‘‘Demek istiyorum ki, bir ana düşünceye bağlanıp da bütün yazarlarıyla bu düşüncenin gerçekleşmesine çabalayan dergimiz yok. Güdümlü dergimiz yok’’ (1)

Turgut Uyar’ın ‘güdümlü edebiyat’tan kastı, sanatçının/edebiyatçının özgürlüğünü ve yaratısını kısıtlayan bir dar görüşlülük paralelinde düşünülebilecek hüküm değildir. Uyar’ın ‘güdümlü edebiyat’ deyince anlatmak istediğinin izahı şu şekilde verilebilir:

Bir dergi etrafında, haklı olduğuna inanılan, ortaya konulmuş, çerçevesi çizilmiş bir düşünce gereğince ‘sanatçının nereye varacağını bilerek hesaplayarak’ çalışması, şairin yeni bir görüş ve yeni bir anlayış getirerek o görüş ve anlayışın kavgasını ve savaşımını vermesi, yeni düşünce yolları ve yeni şiir kanalları açması, yeni kurallar ve gerçekler getirmesidir. Uyar, aynı inancını benzer kaygılarla şu şekilde açıklar:

‘‘Benim sandığım, güdümsüz sanat olmaz. Hele adını biraz değiştirirsek. Güdümlü olan, güdümcü olan sanat değil sanatçıdır. Güdümcü sanatçı. Bir akıma uysun uymasın, güdümsüz sanatçı olamaz. Her sanatçı nereye varacağını bilerek, hesaplayarak çalışır. Kendine göre bir görüşü, kuralları, doğrulamak istediği gerçekler vardır. Onu izler, onu güder. Yoksa ötesi durduğu yerde gevezelik etmek olur. Ama sanatçının bu izlediği ister doğrudan doğruya kendi kurduğu bir görüş, ister bir başkasının inancına uyan görüş olsun.’’ (2) 

Bugünün edebiyat ortamına yakından bakınca (2014) bir dava-şiir davası- etrafında toplanmış şairlerin, kavgasını verdiği yayınların yokluğunu nasıl izah edeceğiz? Biz bu yazımızda kurcalayacağımız meseleyi, göndermeleri ve fotografik özellikleriyle bu soru etrafında serimlemeye çalışacağız.

Kavga dergileri neden yok? Bunda maruz kaldığımız postmodern kültürün elimine edici etkilerinin olduğunu düşünmekteyiz. Postmodern kültür, hakikati çoğullaştırarak bir davayı, metafizik değerlerden intişar etmiş bir dava bilinci ve ruhunu, insanın zihniyet dünyasında alaşağı edici ve değersizleştirici etkilerde bulunup başkalaşıma ve büyü bozumuna uğratarak, bütünlüklü benliğini parçalara ayırdı, atomize bireylikler, bölünmüş benliklerle yaşamak olağan hale geldi.

Türkiye şartlarında bir değeri bayraklaştıran (toplum/halk değeri) sanat ve edebiyat erbabı da, yeni bir toplumculuk ihtiyacı içinde hareket ettikleri halde, egemen kültürün Türk okur-yazarında baskın ve zararlı nüfuzu ve bunun yanında yeni toplumcuların yayın istikrarının aksayışı dolayısıyla bahis konusu ettiğimiz bu kesimde dönüştürücü bir etkide bulunamadı. (3) 

Kavga dergileri neden yok? Buna postmodern kültürün insan zihnini körleştirici etkisinin yanında ruhu/bilinci çölleştirici müdahalesini de eklemeliyiz. Bir değeri savunabilecek kavi bir bilinç ve ruhla (kavga bilinci ve kavga ruhu) hareket eden genç şairlerin cesaretine ve atılganlığına dayalı canlı bir etkileşim ve iletişim ortamından yoksunuz bugün.

Edebiyat ortamı cansız (çünkü bir can’ı olduğuna ikna olmamız için bir hareketin, bir davranışın etkin biçimlerine ve emarelerine tanıklık etmemiz gerekir) ve uzun süren bir sessizliğin fetret dönemini yaşıyor. Dergiler ‘‘çıkmak için çıkıyor’’ izlenimi veriyor daha çok. Handiyse klik dergilerin de (4) nabız vuruşlarına duyarsız olduğunu söylemek mümkündür. Söze konu ettiğimiz dergiler, kendi içinde dönenip duran bir döngüsellik ve durağanlıkla yayın yapıyorlar.

Kavga dergilerinin bugünün dünyasında bir varlık gösteremeyişlerinin nedenlerine yakın geçmişten, 90’lı yıllardan örneklerle açıklık getirebiliriz:  

90’ların sonu ve hatta 2000’lerin başlangıç yıllarında Atlılar ve Kökler dergilerinin o dönemdeki dergiler arasındaki mevcut durumları ve yayınlanan yazıları da göz önünde bulundurduğumuzda (5) birçok çevreden bu yazılara olumlu-olumsuz tepkiler gelmiş, bu yazılar belli kesimde makes bulmuş, edebiyat ortamının canlanışının filizlendiğine dair emareler belirmişti. Bu beliren ve göveren ortamda iyi veya kötü, başarılı veya başarısız, eserin kalitesine dair yargı verilir, hüküm belirtilirdi.

Kavga dergileri yok, çünkü artık sanal çarpışmalarda, internetle vakit öldürüyoruz. 2010’lu yılları yaşadığımız bugünlerde –internetin de genel halk kitlelerinde yaygın kullanımıyla birlikte- edebiyat ortamı yakın zamanda sanal kimliklerin perde arkasından yorumlarına ve sanal savaşlara tanık oldu. Yine aynı zamanda bugün artık edebiyat ortamının gerilimi ve yapısının gergin görüntüsü, dergilerden daha çok ve daha fazla, bir hareket getirme çabası içinde olan kültür, sanat ve edebiyat sitelerinde duyuluyor, diyebiliriz. (6) 

Kavga dergiler yok, çünkü rutin ve tekdüze yayınların ve sönük kültürel faaliyetlerin bıktırıcı etkisi ve döngüsü altındayız. Bıktırıcı bir tekrar ve tekrar edip duran bir döngü.

Yenilikçi olma iddiasındaki dergiler ise (7) toplumun edebi zevkini yükseltici kök değerlerden hareket etmeyip edebiyatı elit ve entelektüel bir uğraşı alanı içine hapsettikleri için yeniliğin üstüne yeni bir değer, halkın okur-yazar kesiminde ciddi bir karşılığı olan yeni bir gerçek getiremediler. Mesela konuşma dili hususunda T.S. Eliot’ın ifade ettiği anlamda ‘‘halkın konuşmasına halktan alıp halka hayat vererek’’ yeni bir ivme kazandıramadıkları gibi konuşma diline yeni bir incelik ve yeni bir nüans (alacalık) katamadılar. Dolayısıyla etkileri de sınırlı bir çevre ile devinip durmaya yazgılı oldu.

Bugün genç şair, 2010’lu yılları yaşadığımız bu zamanda, kendi, tek ve bir başına var olmak, bir davanın, bir şiir gerçeğinin gerçekleşmesine çalışmak, kendi özgün kumaşının inşa ediliş sürecine sabırla çalışarak tanıklık etmek yerine, bir önceki kuşağın şair ve eleştirmenleriyle toplu fotoğraf çekmeyi ve gölgesine sığınmayı tercih etmiştir. (8)

Kavga dergileri neden yok, sorusunun yanıtı, böylece okurun da zihninde belirmiş oluyor. Kuleler var. Fildişi ve Eyfel kuleleri. Gruplar ve topluluklar var. Birbirinin kalem işlerine duyarsız, gelişime kapalı, öbek öbek kümelenmeler. Topluluklar Eyfel ve fildişi kulelerini üyelerince inşa ederek sınırlar koymuş, aşılmaması gereken çizgiler tayin etmiştir. Hem dergi hem görüntü olarak bu böyledir. Suya sabuna dokunmayan bir yayın faaliyeti gereğince kendi içinde dönenip duran duyarsızca bir deverandır bu. (9)

Kavga dergisi yok ama bu çerçevenin dışında, olması gereken bir dergicilik anlayışını, grup mantığı içinde hareket etmeden ısrarla sürdüren ve ama türlü imkânsızlıklara rağmen sürdüren dergiler de yok değil. (10)

Türkiye’de edebiyat ortamının görünümü genel hatlarıyla ve kalıpsal yapısıyla yukarıda çizdiğimiz fotoğrafa göre şekillenmiş durumdadır. 80’lerdeki gettolaşma, 90’lardaki kavga bilincine dayalı ayrışık bloklaşma, 2000’lerde birden fazla edebi toplulukların öbekleşerek ve ötekileştirerek kısım kısım gruplanmalarından bugünlere geldik. Ancak geçmişten mesela 1960’lı yılların Cöntürk tipi eleştiri ve dergicilik ruhundan öğretici anlamıyla bir hisse payı çıkaramadığımız gün gibi güneş gibi ortadadır.

Edebiyat ortamındaki topluluksal yapıların bugünkü kadar ayrışık ve yoz görünüm arz etmediği bir dönemde, Hüseyin Cöntürk, 1966 Ağustos’unda Yordam edebiyat dergisinde ‘‘Edebiyatımızda Üçüncü Parti’’ adlı yazısıyla bugünü de ilgilendiren kalıcı tespitlerde bulunur: İlgili yazıda Cöntürk, eski edebi zevkin savunucularıyla yeninin ‘yeni’ olmak için duran-durağan işleyişi karşısında ‘‘yarının yeni şiirini’’ oluşturabilecek eleştirel güçlerle donatılmış  ‘‘yeni-yapı okuyucu’’ dan yana olan tercihinde bulunarak savunduğu ‘Yeni Eleştiri’ anlayışını yeni bir aşamaya taşımanın kaygusunu duyar. (11)

Bugüne geldiğimizde ‘‘yeni şiir’’i, buna ‘biçimci-görselci-deneysel şiir’ denilerek ‘yenilik’ özelliği atfedilir, savunan dergilerdeki şairler topluluğunun, edebiyatı/eleştiriyi eğitsel yönüyle ele almadıkları için, Cöntürk’ün ifade ettiği anlamda ‘yeni-yapı okuyucu’ya yön verip onu yeni bir aşamaya taşıyamadıklarından ve durağan bir yeni anlayışına sahip olduklarından edebiyatımızda temsil kabiliyetinin olmadığını, derebeylik görüntüsüyle ıralı yapılanışından dolayı rahatlıkla pekala ifade edebiliriz.

Bugün eski şiirin zevki uyarınca metinler kaleme alan şairler, edebiyatı yenileyemeyişleri dolayısıyla temsil kabiliyetinden yoksundurlar. Bunun yanında ‘yeni şiir’in savunucuları pozisyonundaki şair ve eleştirmenler topluluğu da muhkem yapılanışları, bugünün ve dünün edebiyat ürünlerine yansız ve tarafsız bir bakıştan mahrum olmaları, gözüpek bir eleştirel atılganlığa yönelmeyişleri, köktenci bir tavır ve kavrayışla yeniyi egemen kılamadıkları için temsil kabiliyetinden mesafelerce uzaktırlar.

Eskiler yoz bir beğeniyi sürdürmekte bir beis görmedikleri gibi yeniler de ‘yeni’ görüntüsü altında kendi derebeyliğindeki toy şairlerin yapıtlarına yönelik sınırlı ilgiyle çevrelenmiş ve meşguller.

Türkiye’de ‘sosyalizm’ görüntüsü altında yayın yapan dergilerde şiir yayınlayan şairler de içinde yer aldığı halkın ‘ne’yi olduğundan bihaber, toplumun gerçek yaşayış düzeninden mesafelerce uzaklar. Yazınsal kimliklerini ‘halkın sanatsal zevkini’ yükseltmekle işlevli kılamadıkları gibi halkın sorunlarına duyarsız, namuslu bir halk yazarı olarak da dışa vurmaktan çekiniyorlar. Bunda temel etken de içinde bulundukları ‘burjuva yaşam düzeni’nin halka yukarıdan bakan pozisyonu, aldıkları eğitimin biçimlendirdiği kültürel kibirdir. Bu dergiler ve bu dergilerde toplanan şairler-eleştirmenler topluluğu da –yazımızın belkemiğine yerleştirdiğimiz- nabız vuruşlarına ayarlı, karşıt görüşteki yazarların eserlerine gürbüz bir gözüpeklikle ve yazınsal kompleks duymadan eleştiren ve değerlendiren kuşatıcı bir bakıştan yoksunlar. Bu yazarlar da en nihayetinde ne mazide ne de şimdide olabilen köksüz ve savruk bir görünüm arz ediyorlar. (12)

Son dönemde yeni yapılanmaların ‘sükse’ yayınları da yeni düşmanlar ve ötekiler üretmekten başka bir işlev yüklenmedi. Bu yeni yapılardan esen helecanlı rüzgâr ise, kalıplaşmış eski yapının yerinin sorgulanışını beraberinde getirmedi. Bu yapılardan yeni bir şiirsel tavır geliştirebilecek olgun karakterli şair-eleştirmenlerin olmayışından dolayı da edebiyat ortamında kirlenmenin ve husumetin ifsat edici kılıçlanışına tanıklık ettik. (13)

Türkiye’de merkez dergisi olarak nitelenen yayınların-dergilerin edebiyat ortamına bir tazelik bahşedeceğini düşünmek safdillik olur. Buradan çünkü ne bir hareket ne de edebiyat ortamını domine edecek bir akım doğar. (14) Buradan şiir ve eleştiri adına güçlü bir rüzgâr, işin doğası gereği esmeyecektir. Çünkü merkez dergiler kalıplaşmış yayınlardır ve bu dergilere özgür yaratımı kısıtlayıcı bürokratik işleyiş hâkimdir. Biz edebiyatın öncü rüzgârının, devrimci bir bilinç ve ruhla bu yapılardan eseceği kanısında değiliz. Bir rüzgâr esecek ve bir kalkışma olacaksa bu merkeze alternatif olabilecek dürüst yeni yapılanmalardan, eleştirel donanıma sahip ‘Genç Cöntürkler’ eliyle olacaktır. Bu ise en nihayetinde bu yazının çerçevesi içinde düşünülebilecek, arık bir bilinç ve dürüst bir açıksözlülükle kavranabildiği ölçüde imkân dâhiline girecektir.

Türkiye’deki edebiyat ortamında kavga dergilerinin var olamayışının sebeplerini, geçmiş ve bugünün belli başlı dergilerindeki vaziyetine göre kendi zaviyemizden bakarak sıralamaya çalıştık. Bu sebepler hem dönemin postmodern ruhundan (zeitgeist) yeni bir dava bilincinin olmayışından, hem de gruplara – topluluklara ayrışmış genel edebiyat ortamının gelişimi engelleyici ve zihni köreltici kalıplaşmış yapısından kaynaklanıyor.

Biz ‘‘eskiden daha güzeldi’’ nostaljisine kapılanmak yerine, türlü körlüklere ve aymazlıklara rağmen tek başına yürümenin geniş kılan özgürlüğünü tercih ettik. Etkilendiğimiz- etkiler aldığımız, bizce doğru olan ‘gerçek’i ifade etmekten çekinmedik, çekinmeyeceğiz. Otodidakt bir çalışma ve yazma yöntemiyle ‘iyiye iyi, kötüye kötü’ deme cesaretini ve dürüstlüğünü gösteriyorsak, bedel ödemeyi de görmezden gelinmeyi de yok sayılmayı da göze almışız demektir.

‘Hak yerini bulsun’ diyoruz, ‘hakikatin hatırı için’, saflar netleşsin. İşte ancak o zaman bir savaştan, bir kavgadan, bir devinim ruhundan, harekete geçirici bir ‘şiir hareketi’nden, bir şiir davranışından, öncü bir eleştirel bilinçten, bir kalkışmadan, bir şiir akımın ilk işaretlerinden, fişeklenmiş ve cesaretli donanımlı dürüst bir şair karakterinden, gözle görülür canlı-devingen bir edebiyat ortamından, devindiren bir şiir ruhundan, şairlerin-edebiyatçıların dürüstçe birbirlerine gerçeği ve hakikati ifade edebilecekleri gürbüz bir yazınsal gelişimden, birbirlerine yazınsal hatalarını maskelemeden ve massetmeden ifade edebilecekleri ince bir bakış açısı ve bir hakkaniyetten bahis açabileceğizdir.

Hak yerini bulsun, atın önüne et, itin önüne ot komadan, sapla samanı birbirine karıştırmadan kimin ne olduğunu, hangi yazınsal kaliteler içerdiğini seçik bir gözle görebilelim… 

KAYNAKÇA VE DİPNOTLAR

(*) www.poetikhaber.net sitesi ‘Poetik Eleştiri’ kategoryasında yayınlanan 19 Ocak 2014 tarihli yazının tam halidir.

  • Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, haz: Alaattin Karaca, Şiir Üzerine Yazılar, YKY, 2009, İst.
  • Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, s, 22.
  • Buna Popülist edebiyat dergisi Fayrap’ı örnek olarak gösterebiliriz.
  • Karagöz ve İtibar dergileri ‘nabızsız’ klik dergilere örnek olarak verilebilir. Karagöz, kendi içinde ve yazarları arasında deveran eden yazışmalara dayalı, dışarıya duyarsız bir dergi pozisyonunun ötesine geçmiş değil. İtibar ise, tek düze bir ürün dergisi ve topluluk mahfili olarak yalnızca ürün yayınlamakla yetinen bir dergi durumunda daha çok.  Her iki dergi de başka dergilerdeki yazı ve şiirlerin kalitesinin ölçüldüğü eleştirel metinlerden yoksunlar.
  • Atlılar’da Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir ve Selçuk Orhan’ın Şiir ve Hikâye Sütunları ve yıl değerlendirmeleri, Kökler’de Osman Özbahçe’nin Dergilerde Şiir adını verdiği yazılar ve yıl içinde yayınlanan şiirlere dair toplu okumaları, nabızlı bir edebiyat ortamının atak görüntüsünü işaretler mahiyetteydi.
  • Poetik Haber’in dergilerdeki ve iki kapak arasındaki şiir ve yazıları yazı masasına alıp incelikli değinilerle değerlendirmeye tabi tutması, dergiler, dergi editörleri ve genel yayın yönetmenleri için oldukça öğretici olsa gerektir.
  • Örneğin geçen yıllarda Heves, şimdilerde Karayazı ve Ücra şairleri biçim denemelerini köklü bir gerçekle (toplum gerçeği) bağıntılı kılamadıkları için oldukça dar bir alana hapsolmuş durumdalar.
  • Bu duruma bir örnek Aşkar dergisi verilebilir. Aşkar şairleri, Karagöz’deki şairlerle yan yana durmayı olağan karşılayıp bağlılıklarını ve bağımlılıklarını ifade etmekten çekinmeyen bir imkân içindeler. Bu imkânın somut karşılığı elbette şiirlerinin bir araya getirilip kitap olarak yayınlanması olacaktır.
  • Topluluk üyeleri kendi mensuplarının eserlerine yaklaşımlarında da olumsuzlamacı yaklaşımdan mümkün mertebe uzak durur. Eserin geneline olumlu bir bakış açısı hâkim kılınarak bir ‘yıkama yağlama’ örneği sergilenir. Farklı bir topluluğa ait eserler çokluk görmezden gelinir veya yok sayılır.
  •  Ordu Ünye çıkışlı Edebiyat ve Düşünce dergisi Kertenkele tek şiir ve ilk kitap incelemeleriyle bir dönem, işbu yazımızda izah ettiğimiz canlanışın, somut örneğini sergilemişti. Ali Celep’in titiz incelemelerinin etkiler bırakan iç yankılanışı sonrasında, dergilerde benzer yazıların yazıldığına şahit olduk. Şiiri merkeze alan değerlendirme yazıları çoğaldı, yaygınlaştı. Osman Özbahçe’nin bir şiiri ‘başarılı-başarısız’ şeklinde ele alan yüzeysel değinilerinden çok daha derinlikli ve incelikli olanını Ali Celep Kertenkele’de ortaya koydu. Şimdiyse Kertenkele, merkez dergilerdeki tekdüze ve sığ Sezai Karakoç Değerlendirmeleri içinde, bugüne dek yapılmamış olanı, Karakoç’un Gün Doğmadan adlı toplu şiirleri içindeki tek şiir değerlendirmeleri ile Karakoç ve Pakdil’in düzyazı kitaplarını da yazı dizisi halinde toplu okumaya tabi tutarak bu işin derinlikli, kaliteli ve nitelikli örneğini somut olarak sergilemeye devam ediyor.
  •  Hüseyin Cöntürk, ‘Çağının Eleştirisi- İkinci Kitap’ içinde ‘‘Edebiyatımızda Üçüncü Parti’’, YKY, Ocak 2006, İst. s.27.
  • Örneğin Mühür ve Şiiri Özlüyorum dergisi bugüne dek 1980 Kuşağının bir yayın organı olmaktan öteye gidememiştir. Bu dergilerde yer alan yeni kuşak şairler de 80 Kuşağının etkilenimlerine dayalı olarak metinler ortaya koydukları gibi şiirsel algı bakımından çağdaş duyarlıktan ve çağın ruhu’ndan uzak, 80’lerin genel şiir algısına hapsolmuş, dolayısıyla bugün’de – şimdi’de olamayan bir şiir olmakla ve kağşamış bir şiir anlayışını sürdürmekle maluldür. . 
  • Natama dergisinde Gül Abus Semerci’nin bizce de kötü ve berbat bir şiirinin yayınlanması gerekçe gösterilerek kopuşlar ve ayrışmalar vuku buldu. Tepkiler, husumeti beraberinde getirdi. Bunda bize göre, Natama’nın hedef olarak ve saldırgan bir tutumla kadim değerleri ve Müslümanları hedef alışı belirleyici rol oynadı. Biz değer düşmanı bu yeni yapılanmaların Türk toplumunda ve okur-yazar kesiminde ciddi bir karşılığının olamayacağı görüşündeyiz, zira bu gibi yayınların da şiir kamusu nezdinde bir değer ve itibarı olmayacaktır.
  • Varlık, Kitaplık, Yasakmeyve, Türk Edebiyatı, Dergâh, Yediiklim, Hece bu dergilere örnek olarak gösterilebilir.
  •  

1.

Posta kutuma şair ve editör arkadaşlar kitap ve dergi gönderiyorlar. Büyük emek harcadıkları bir gerçek. Öyle çok da kalburüstü bir şair olmasam da –bunu birçok kimse yapmadığı için- gönderilen dergilere, dergilerdeki şiir ve yazılara dair bir şeyler yazma gereği duyuyorum. Bunun yanında ilerleyen süreçte yazılan-yayınlanan hikâyelere dair eleştirel değinilerde bulunmak isteğindeyim. Siyasi atmosfere ilişkin değiniler-eleştiriler-öneriler de yazımın sınırları içinde devinip duracaklar. Yazma gerekçem sadece bunlarla sınırlı değil tabii. Türk şiir ortamının ölü toprağı serpilmiş gibi duran sessizliği bıkkınlık verdi artık. Bunun da etkisi var, bu yazıları kaleme almamda. Biz bu korkunç sessizliği dağıtmak niyetindeyiz. Çoğunluğun yapmadığını azınlığın emek harcayarak yapması takdirle karşılansa gerektir.

   Eleştirmen cesaret sahibi bir yazın işçisidir. Eleştiri cesarettir. Eleştirmen yağdan kıl çeker gibi hükümlerini tüm veçheleriyle incelikle vermeli. Kırıp dökmeden. Ancak böyle olmuyor bu ülkede. Kaba ve gaddar olursanız aforoz edilirsiniz, işin bir de bu gerçeği var. Bunu yaparsanız ya öldürülürsünüz –çünkü eleştirmen öldürülmek zorundadır, başkaca susması vaki değildir-ya da yok sayılır, susarak karşılanırsınız. Üçüncüsü yok. Anlayış, izan, tenkit, çözümleme, tahlil, tebrik, iade-i itibar, ödül, alkış, teşekkür… Bizim tercihimiz kavramaya yönelik bir eleştirel yordam arayışıdır, bakış açısıdır. Anlama çabası yani. Çamur at izi kalsın felsefesi değil. Eleştirmenin tarihçe-i hayatında –hele teşekkür, çünkü bu çok görülür-yapılan yazınsal etkinliğe karşılık yukarıda saydığım şeylerin izine rastlayamazsınız. Öldürülmeli! Çünkü hoşumuza gitmeyen şeyler söylüyor, rahatsız ediyor bizi, susmalı!

   Bu satırların yazarı, hasbelkader bugüne dek öğrendiği bilgi ve ölçütler ışığında kısmen izlenimci kısmen nesnel bir tutumla dergi ve kitaplarda yer alan yazı ve şiirleri değerlendirmeye çalıştı.  Alem-i internete yakın olan bilir ki Poetikhaber sitesinde ve aynı zamanda, yayınlanan matbu dergilerde, gelişime açık bir eleştirel gayret içine girdim. Donkişot’u haklı çıkartacak bir savaşımdı bu. Yel değirmenlerinin sessiz kalışı-sessiz işleyişi yıldırmadı zihnimi, yıldırmaz da.

   Kitap ve dergi göndermek bir inceliktir diyorum. Gösterilen inceliğe incelikle karşılık verme gereği, burada da bu yazıları yazmamı salık verdi bana.

   Eleştiri ve tartışma kültürü bütünüyle yerleşmedi bu ülkeye. Genç şairin yapılan eleştiri karşısındaki tavrı ya öfkeyle karşılık verme veya topyekün saldırı biçiminde gerçekleşiyor. Bunlar olmasa da söz konusu eleştiri yukarıda ifade ettiğimiz gibi daha çok sessizlikle karşılanıyor. Genel edebiyat ortamının bir karakteristiği haline geldi artık bu. Susarak cevap vermek doğru bulunuyor. Buradan bir edebiyat değerinin çıkacağını sanmayız.

   Genci de yaşlısı da ‘nabız vuruşları’na kulağını tıkamış durumda. Bir algülüm-vergülüm, dostlar alışverişte görsün havası hâkim ortama. Genç şairin eserine yönelik olumsuz bir yargıda bulunamazsın ya trip yapar ya da söver, anlayış yok yani. Bu da şiir gencinin henüz olgunlaşmadığını gösteriyor. Hele bir grup içinde bulunuyorsanız ağabeyiniz veya arkadaşınız hakkında tek bir olumsuz yargıda bulunamazsınız. Oysa eleştiri dediğimiz etkinlik alanı olumlu-olumsuz hüküm ve ifadelerin bir bütün teşkil ettiği yerdir. Dergilerde şahit olduğumuz ise karşılıklı gelişime kesinlikle kapalı, şiir gencinin serpilip boy vermesini engelleyen, daha çok bir birbirini övme-yıkayıp yağlama ameliyesidir.

   Netameli bir durumun ortasındayım. İki arada bir derede durumu. Burada beğendiğim/beğenmediğim şiirleri severek eleştireceğim. Severek eleştirmekle kötü niyetle yerden yere vurmak arasındaki farkı ortalama bir zihin de pekâlâ ayırt edebilir. Ataç’ın saygınlığı biraz da buradan geliyor. Ataç’ı büyük kılan, metin ile arasına menfaat, kötü niyet, karalama, iftira, kuyu kazma, mosmor etme, ağzının payını verme, pilini bitirme, saldırma, öfke duyma, yalakalık etme, yer edinme, isim yapma, adam asma, nefret etme vs. gibi birçok etkenin girmesine izin vermeyişi, şiiri hesapsız sevmesi, şairine karşılıksız saygı duymasıdır.

   Yeni çıkan veya çıkmaya devam eden dergilere de karşılıklı saygı çerçevesinde önerilerde bulunmaya çalışacağım. Gelişimlerine el verdiğince yön tayin etme amacı güdüyorum, daha iyi ve nitelikli olanın tesisini sağlamak adına olacak bu. Şiirlerde gördüğümü yazacağım bir de, bu da daha çok, metnin teşvik edici, kışkırtıcı, tetikleyici yönleriyle birlikte gelişecek. Şiirin iyi-kötü, olumlu-olumsuz nitelikleriyle ele alınması öncelikli tutumum olacak. Nabza göre şerbet değil, nabız vuruşları…

A-‘Aşkın Kentsoylu Hâli’, Selman Bayer, Ğ dergisi

   Şiirin nabzının Ğ’de de attığını, bu derginin göz ardı edilmemesi gereken dergiler arasında yer aldığını düşünüyorum. Ancak bütünüyle sıkı şiirler yok Ğ’de.Ğ’nin bu sayısında Ataç gibi söylersek sevdiğim şiirler de var. Ancak hoş görüleceğini umarak ‘gördüğüm’ bazı şeyleri söyleme niyetindeyim. Elif Zehra Kandemir’in ‘Göçmenşiirini somut ve doğrudan söyleyişiyle başarılı buldum. Çağdaş duyarlığa daha yakın bir şiir bu. Doğal bir konuşması var ancak bütünlüklü bir şiir olduğunu söyleyemeyiz yine de. Kısmen, muğlaklık ve melankoli şiirin zaafları arasında kaydedilebilir. Kandemir’in, konuşmasına belli bir bütünlük ve belirli bir öz kazandırması, seçik bir söyleyiş biçimi geliştirmesi yararınadır diyoruz.

   Ğ’de asıl duracağım şiir, Selman Bayer imzalı. Selman Bayer’in ‘Aşkın Kentsoylu Hâli şiirinin öz açısından bazı temel zaaflarının olduğunu görüyorum. Şiirin atmosferinden anlaşılan o ki bu şiirde devletle mustarip bir özne var. Bu şiirdeki öznenin zayıf ve güçsüz bir özne olduğunu söylemek mümkün. Yeni bir muhalefet biçimi geliştirmiyor, güçsüzlüğü bundan. Bayer’in, şiir tutumu itibariyle benliğin varagelinde eğleşen, içe dönük bir şiir yazdığını savlıyorum. Osman Çakmakçı’nın ‘kazıyıcı’, Hakan Arslanbenzer’in ‘içrek’ şiir dediği benlikçi bir şiir bu. Öznel-duygulanımcı bir şiir. Ergen egoizminin şiiri. Bilinen şu ki, gerçeklik etkisi uyandıran şiirler ‘dışrak’ şairlere has bir tutumla ele alınan şiirlerdir. Oysa içinde yer aldığımız dünya insanlardan oluşuyor. Kendiliğimizle aşırı ilginin mücadeleci karakterimizi zedelediğini düşünüyorum ben.

   Şiire gözümü açtığım günden bugüne, şiir uğraşımı ve yaşadığım hayatı dinamize eden sözcük şöyle biçim kazandı: Etkiler aldın, etkiler dağıt, içeride olanların seni etkilemesine izin verme, bana çıkış yolu öner, çıkmazını önerme, derinliğin seni üzgün kılıyor, ‘dışarı çık ve fikrini savun’, ‘ kalk ve işe yarar bir şey yap’. Bu satırların yazarı bunu Mücadeleci Şiir olarak tanımladı. İstisnalar ayrı tutulacak olursa görülen manzara şu aslında: Filmin ilk yarısında takılı kaldı günün şairi. Yani lirik benliğin pasif, etkiler alan, zayıf, güçsüz, öznel, karanlık tarafıyla ilgili daha çok bugünün şairi. Film kopmadı, Mücadeleci Şiirin ilk safhasındayız. Biçim vermeye çalıştığım üzere, savladığım ‘Mücadeleci Şiir’, etkin ve harekete dayalı bir şiiri önerir. Cesaretin temel tavır olduğu bir şiir bu. Mücadeleci Şiirde gerçekten kopuş değil, gerçeği ‘kök’ olarak alan bir anlayış vardır. Türkiye gerçeğini ve memleket meselelerini esas alır. Yukarıda izah etmeye çalıştığım üzere genel olarak günün Türk şairi, gerçeği, gerçek duygusunu hareket noktası olarak almıyor, melankolik bir devinim alanıdır onun için şiir. Şairin inleyişlerini değil çatlayacak olan damarını duymak isterim. Biz de dâhil olmak üzere sınırlı yaşam alanları içinde yer alabiliriz. Naif bir halet-i ruhiyemiz, insani ya da davranışsal zaaflarımız olabilir. Ancak şair de zaten yaşayamadıklarını yazan adam değil midir, yaşamak istediklerini veya. Şiir bizi alıp bir yerden bir yere getirmeli diyorum. Karanlık bir evren içinde devinip duran bir şiirin bizi sağladığı nedir mesela bu sorulabilir. Korkunç bir öfkeyle yazılan, korkunç bir cesaret sahibi, korkunç bir imgelemle çalışılmış, sarsıcı dolu dolu bir çığlıktır şiir. Zulmü örten perdeyi ortadan kaldırır. Şiir bizi sağlar, sağlamalı der, bunu düşünürüm sürekli. Hakikate doğru bir atılımdır şiir. Bünyesinde çeviklik ve konuşkan bir eda barınır. ‘Hayatım sürdürülebilir bir şey değil, ahh! Çok erken anladım’ mısraı bizi 80 Kuşağı duyarlığının bir uzantısı yapar.

   Etkin bir öznedir şair; her zaman, yaşamın tüm alanlarında böyle olmasa da, sanatında, yaşayamadıklarını daha bir somutlayan bir tutum içine girebilir, cesaret aşılar, aşılamalı,  ancak Bayer’in söz konusu şiirinde ‘yaşayan insan’ ve ‘yaşanan hayat’ meselesinde problemleri olduğunu görüyorum.

   Şiirde bunalım dönemi kapandı diyebilecek miyiz gerçekten?  Ğ’nin bu sayısında ve geneli itibariyle Günün Türk şairinde ‘burjuvaya has’ bunalım ve sıkıntılar karanlık tarafıyla ve ağırlıklı olarak daha çok yer alıyor. Bu da şairi hayat içinde daha pasif kılıyor.

   Dergide yer alan bir diğer şiir de Ali Ömer Akbulut imzalı. Akbulut , ‘İsminden Çekilen Şiir’ adlı şiiriyle felsefi denebilecek bir tutumun örneğini sergilemiş. Sokağın nabız vuruşlarını duyurmuyor yine de. Varoluşçu bir şiir. ‘Ve lütfun dili sessizlikte açar.’ Gerilimsiz, bağırmayan bir şiir bu.    

B-‘Laissez Aller’, Hasan Yurtoğlu, YKY Şiir Yıllığı

   Ara ara eski yıllıklara göz atarım. Bâki Asiltürk’ün hazırladığı YKY Şiir Yıllığı 2008’de bir şiir okudum. Üzerinde durulması elzem olan bir şiir bu.  En belirgin ve göze batan özelliği Kaos olarak niteleyebileceğimiz Modern Hayat’ın gerçeği ancak bu kadar yalın ve süslemeci şiirin tuzaklarına düşmeden ifade edilebilirdi. Yalın derken şiirsel atmosferin yoğun boğuntusundan ve kişisel trajedinin açmazlarından uzak durmayı kastediyorum. ‘Laissez Aller, gösterişsiz görünümü yanında daha çok şu özelliğiyle öne çıkıyor kanımca: İmge akrobasisi yapmıyor şair, laik yaşantının kutsaldan uzak şiirsel görüntüsünü tespitler içeren bir ustalıkla yansıtıyor. Hasan Yurtoğlu’nu tanımıyorum ama iyi bir şair kumaşının olduğunu, şiiri iyi bildiğini düşünüyorum. Şehirleşmenin beraberinde getirdiği problemleri yalın bir şiirsel dille ifade ediyor. Şiirinde ‘sosyolojik bir göz’ olduğunu söyleyebiliriz. Bana Osman Konuk’un şiirini anımsattı. Ama Konuk’tan daha açık ve net, mesajının daha görünür bir yüzeyde, ‘açık anlatımlı bir şiir’ olduğunu ifade edebiliriz. Belirsiz, soyut ve muğlâk bir şiir değil mesela. Modern hayatın sistematik yapısına bir eleştiri getiriyor şair. Modern ayinler, modern ritüeller yapmacıksız bir şiir diliyle metinde ifade bulmuş ancak yine de Laissez Aller’in canlı ve devingen bir şiir olduğunu söyleyemeyiz. Modern hayatın mahiyetine ilişkin bir sorgulamaya girişmiş değil henüz. Durum tespiti yapmakla yetiniyor. Problemin kaynağı didiklenmiş değil yani. Bu yönüyle eksik bir taslak olarak duruyor önümüzde. Modern hayatın ritüellerine şiir diliyle örnekleme yapabiliriz:

Herkes hep beraber bir yerlere kaçıyor hafta sonları

Nefis bir akşam yemeği yiyorlar

Müthiş bir film izliyorlar birlikte

Harikaydı diyorlar yine yapalım.’

   İçinde yer aldığımız ‘Modernizm Kilisesi’ doğrusu ‘on dakikacık bir uzlet’i bile çok görüyor bize, biz modern olmayan barbarlara. ‘Alışveriş dönüşleri’ni, ‘mesai bitimi’ni, ‘hazmetme köşeleri’ni de ‘Modernizm Kilisesi’nin rutin ayinlerinden sayabiliriz. Böylesi karmakarışık hayatta, tenhalık da sessizlik de aranası şeyler olsa gerek, özlem duyduğumuz, hasretini çektiğimiz şeyler… Bu şiirde ayrıca şairin inlemelerine da şahit olmuyoruz mesela, bu önemli bir özellik bizce. Kişisel dertlerinin dökümünü yapmıyor şair, oysa günümüz şiirinin bu anlamda epey problematik bir durum arz ettiğini söylemek bile fazla. Günümüz şiirinin olumsuz yanlarını taşımıyor şiir, bunu biz çok önemli buluyoruz. Şiirin duygusal düzeyi neredeyse yok hükmünde. Seviyesiz duygusal çıkmazlara rastlamıyoruz. Günümüzde şair sürekli sızlanıp durur. Patolojik haller devamlı bir surette öne sürülür. Bu anlamda günümüz şiirinin duygusal bir çıkmazda kalakalmış ‘semptomik bir şiir’ olduğunu, çıkışsızlığı içeren bir şiir olduğunu söyleyebiliriz.  Hasan Yurtoğlu’nun, gerçekçi bir şair tavrıyla ayrıldığını düşünüyorum, günümüz şiirinden. Gerçekçiliği daha çok, şehirli insana yönelttiği eleştiriden. Modernizme rağmen var olmuş modern şiirin ayırt edici niteliği de modern hayat tarzına getirdiği acımasız eleştiri değil midir?

   Modernizme ciddi eleştiriler getiren şairlere güveniyorum. Hasan Yurtoğlu da bunlardan. Gerçekçi, somut, doğrudan ifadeye dayalı, konuşma dilinin yalınlığında yazılmış bu şiirin, yaşayan insanı ve yaşanan hayatı önceliyor oluşuyla dikkatimi ciddi bir biçimde etkilediğini söylemek durumundayım. Hayallere boğulmuş, hayallerle kurulmuş, düşsellikle sakıt boğuk ve soyut şiirler bizden uzak dursun. Düşlemci ve çıkmaza odaklanmış bir şiir görüntüsü çizmiyor. Gerçeği peşinden kovalayan ve mümkün mertebe net bir şiir anlayışını temsil ediyor. Eleştirel şiir yazan şairlere saygı duymak istiyorum. Burada da yine temkinli davranmakta fayda var. Bundan sonrası düşünce-davranış bütünlüğünü sağlamaktır diyorum. Yurtoğlu’nun şiiri hayata daha yakın bir söyleyişe sahip. Hasan Yurtoğlu’nu kutluyorum.

C-‘Kıllı Kibar’, Murat Küçükçifçi, Fayrap

   Fayrap’ın Temmuz 2010 sayısında Murat Küçükçifçi’nin eleştirel dozu yüksek bir şiiri yayınlandı. Küçükçifçi’yi bilmiyor, tanımıyorum. Ama eleştirel tarafı ağır basan bu metnin sözü edilmeye değer diyorum. S.T. Colaridge bir yerde şunu söyler: İyi bir şiirin en belirgin özelliği, dönüp tekrar dönüp bize kendini okutmasıdır. Eleştirisizlik günümüz şiirinin göze batan bir vasfı olsa gerek. Gerçek Hayat’ın 23 Temmuz 2010 (509) sayısında Osman Özbahçe de sonunda isyan etti, günümüz şiirinin vahameti karşısında. ‘Türk şiiri bunalım edebiyatından sıkıldı. Devrimci lirizmden, romantik lirizmden sıkıldı. İnsani zaaflarını, eksikliklerini, ruhsal problemlerini parlatarak yazılan şiirlerden sıkıldı. Açmıyor artık bunlar.’

Murat Küçükçifçi’nin söze konu ettiğimiz bu şiiri, günümüz şiirinde sıkça rastladığımız şiirsel öznenin zaaflarını sayıp dökmüyor, aksine halkın ruhundan uzak, yabancılaşmış romantik-bunalımlı, zengin burjuva şaire ciddi eleştiriler getiriyor. Günümüz şiirinden ayrılan tarafı, şiirsel öznenin temel açmazlarını, psikolojik kördüğümlerini bahis konusu etmemesidir. Bu yönüyle önemsel bir şiir.

Nasıl yürüyeceğimizi öğret bize, hesap istemeyi tarif et

Kaşlarını düzelt, geç kalmada ünün olsun, özür dile

     uzun uzun

Omuzların geniş, boyun uzun, göbeğin, pos bıyığın

Kravatın, tokan, kremlerin, o otobüsteki halin yer

     isterken

Yer verirken yaşlılara o romantik o eski zamanları

    anlatan

Galatasaray ve CHP rozetlerinden bahseden kadına

    yer verirken.

   Şehirleşmenin beraberinde getirdiği yapay insani münasebetler ve alışkanlıklar da ironik anlamda bu eleştiriden nasibini alıyor. Popülist şairin zengin-yoksul ayrımında yoksuldan yana bir tercihte bulunduğunu söylersek şairin burada halka olan temayülü nispetinde tutarlı olduğunu ifade edebiliriz. Popülist şair burada halkın ruhundan hareket eder. Bu dinamik ruhtan uzak hayat tarzı ve davranış örüntüleri de aşağıdaki biçimiyle tenkit edilir:

Köpeğini gezdir parklarda, köpeğini sev, köpeğin sana

     benzesin

Haftada bir yüzmeye git, derin derin nefes al, odanı

     havalandır

Ayağına basanlardan tiksin, kavgaya tutuşanlardan,

     kötü müziklerden…

   Hakan Arslanbenzer’in, dunyabizim.com sitesinde yazdığı ‘Şiirin Nabzı 01’ adlı yazısında ifade ettiği gibi ‘Namık Kemal’den beri şikâyetçi olduğumuz abartılı hayaller-imgeler çağı kapandı.’ Şiir bu gün itibariyle 80’lerdeki belirsizliğini, soyutluğunu ve tutukluğunu aşmış, konuşan-konuşmak isteyen bir şiire evrilmiştir. Osman Özbahçe de benzeri ifadeler kullanır: ‘Hayal kurma şiir yaz!’ der mesela, özdeş kaygılarla. Buradan nesnel imgeleme dayanan somut şiirin günümüz için kaçınılmaz oluşu gerçeğine varıyoruz. Somutluk Türk şiiri için bir zarurettir. Bu sorumluluk alan bir şiir gerçeğini önümüze koyar. Bu gün Gerçek veya gerçeklik algısı Türk şairinin hareket noktasını temsil etmek yükümlülüğünde değildir. Günümüz şiiri sorumsuz bir şiirdir. Sorumluluk almaktan çekinen, kendi içine, kendi çıkmazına odaklanmış bir şiirdir. Hayattan yola koyulan bir şiirin gerekliliğine inananlardanım. Zira bu gerçek, ‘Türk Şiirini Kavramak’la bizi, bizatihi hayatın içinde yoğurup olgunlaştıracaktır. Murat Küçükçifçi’nin, bu bağlamda sakınımsız eleştirel şiiri önceliyor oluşuyla şiir üzerine düşünen, meselesi olan şairler nezdinde hak ettiği nesnel karşılığı bulacağını umuyorum. ‘Meselesi olan şair’den kastımız, şiir yazıyor iken Türkiye’de yaşadığından haberli olmak,  memleket gerçekleri adına söz almanın bilincini ifade etmektir.

D-‘Sath-ı Müdafaa’, İrfan Dağ, Karagöz

   İrfan Dağ, Aşkar dergisinden şiirlerini tanıdığımız yeni bir isim. Yıllıklar üzerine eleştirel yazılar da kaleme alıyor. ‘Şiir Gözüyle’ değerlendirmeye çalışacağımız bu metni şiir katına yükselten nedir, diye sorduğumda epey düşünürüm. Bunun sorgulamasını yapmak gerekiyor ilkin. Öncelikle bu şiirin girift, kulağını sol tarafından gösteren, doğrudan ifadeyi öncelemekten uzak bir şiir olduğunu ifade etmek gerekiyor. Netlik, belirlilik ve açıklık şiirde temel tavır olmalı. Doğaldır ki Dağ, henüz kendi söyleyişinin erginliğine ulaşabilmiş bir şair görünümü arz etmiyor. Ama kendi zaviyemizden öğretici bir deney olduğunu söyleyebiliriz. Uzun bir yolun başlangıcında yani. Elbette ki öğütler verecek değilim. İkinci Yeni şiirin nasıl okunması ve bu hareketten nasıl istifade edilmesi gerektiğini ihsas ettiren kötü bir örnek sadece. Kendisi kırılmasın ama bu tür örnekler İkinci Yeninin başlangıç aşamasında metastaz yoluyla birçok şair ve şair adayı tarafından sergilenmişti.

   Konumuza gelelim. ‘Sath-ı Müdafaa’yı şiir kılan nedir? Sorgulanması gereken bu kanımca. Dağ bu şiirinde daha çok iç-dış dengesi kurma arayışında. İrfan Dağ, bu şiirle şiir-millet meselesi bağlamında bir vatan savunusu yapmıyor, bunu biliyoruz, bunun farkındayız,  bu da zaten şiire biçilen misyona göre biçimlenen bir anlayış farkı, ancak Dağ’ın şiirini baştan sona okuduğunuzda günümüz şiirinin problemlerini bünyesinde fazlasıyla taşıdığını görürüz. Pek tabiidir ki bu kendisi için bir mesele değildir çünkü henüz şiirin başında bir şair. Şiiri tanıma aşamasında bir şair. Şiir gözüyle bu şiirde Dağ kendi sorunsalıyla, kendi iç acısıyla daha çok ilgilenen bir tutum içindedir. Kelime seçiminde titiz değil. Söz ekonomisine ilişkin bir tasarrufunun olduğunu ifade etmek mümkün değil şu aşamada. Ayrıca temel bir sorunsal olarak Türkiye gerçeğiyle ciddi bir bağının olduğunu da sanmıyoruz. Şiirin adının bu minvalde aldatıcı bir başlık olduğunu söyleyebiliriz. Günümüz şairi mesajını örtük bir dille iletir. Siyasi veya herhangi bir görüş ya da ana fikir bu şiirde açık seçik ve belirgin değil. Mısra kurma tekniği bakımında problemleri olduğunu düşünüyorum. Mısralar arası geçişkenlik, mısra öncesi ve sonrasıyla ana fikir veya şiiri başından sonuna takip eden ses ya da temel fikir gözetilmediği için aksıyor. Bir fiil çekiminden sonraki mısrada başka bir fiil çekimine geçildiği için ön intiba olarak okurun zihninde kitabi, hayatla bağı şiir yapma adına gevşetilmiş bir şiir fikri uyandırıyor. Savımızı destekleyen son mısraa bakalım:

‘İçim sığmadı A ile Z arasına bir de C olsa hafifler gözümden ağladıklarım’

   Şiiri bir kelime oyunu olarak görme anlayışı bize 80’lerden tevarüs etmiş kötü bir miras. Şiir sayrıl bir kilişe olarak ‘kendini ifade’ yolu değil artık ya da olmamak zorunda. Aşıldı bunlar. Kelime oyunu kelime oyunu olarak kalır, biz de sadece okuyup geçeriz şiiri.90’lar bu mirası reddetmekle şiir sanatını hayata daha bir yakınlaştırdı. Sokağın ve kavganın nabzı duyulur oldu şiirlerde. Çatışmaya dayalı, benim teorize etmeye çalıştığım bir deyimle Mücadeleci bir şiir 90’lar. ‘Sath-ı Müdafaa’da yaşamsal öğe yok denecek kadar az. Her şey kelimelerde olup bitiyor. Hayati diyebileceğimiz bir mesele etrafında dönmüyor şiir. O yüzden kitabi şiir dedim, bu sadece şiir gözüyle işin biçime taalluk eden öz kısmı. Müzik-bütünlük-biçim açılarından şiir gözüyle İrfan Dağ’ın daha dikkatli ve titiz davranmasında bir yarar görüyorum.

  ‘Şiiri akılla okumak’ deyince aklıma şiirde mantık hataları geliyor. Dağ’ın şiirini okuduğumda şiirin de kendine özgü bir mantığının ( şiire özgü mantık) olduğunu düşündüm. Sezai Karakoç’un Şiir ve Mantık vb. yazılarının ışığında da pekâlâ okunabilir Dağ’ın şiiri. Sath-ı Müdafaa, mantık hatalarının fazla olduğu bir şiir ayrıca. Şu mısraı görelim:

Kumar oynuyor aklımın içinde Maraş otu atan cenaze’

   Bunu şiire özgü mantıkla açıklayamayız. Savunulacak bir yönü olduğunu sanmıyorum. Sürreel bir şiir, diyeceksiniz. Yine sanmam. Benim anlayışımca, yazılan her şiir, gerçeklik etkisi uyandıran mısralarla örülmeli. Belli bir gerçeklikten hareket etmeli şair. Kalkış noktası, hareket edeceği, devineceği yer gerçek hayat olmalı diyorum. Yine de özünde şiirsel bir heyecan barındığını düşündüğüm şiir genci İrfan Dağ’a ve bu metni kaleme almakla sergilediği içtenliğe bakarak hata yapma payının olabileceğini söyleyebiliriz. Özcümle yukarıdaki satırlarda da ifade ettiğim gibi bu şiirin öğretici bir deney olduğunu, kusurlarının başlangıçta hoş görülebilecek türden anlayışla karşılanabileceğini doğallıkla söylemek mümkün. Bundan sonraki süreçte yürüyeceği yolun daha aydınlık olmasını temenni ediyorum.

E- Gerçek İyi Okuyucu

     Şairlerin şairleri okumadığından şikâyet ederiz. Hatta kimimiz benzer bir serzenişte bulunarak, yakınımızda bulunan, aynı şiir görüşünü paylaştığımız arkadaşlarımızın bile kendi şiirimizi okumadığını, takip etmediğini söyleriz. Edebiyat ortamındaki körlük, görmeme hastalığı sadece bununla sınırlı değil tabii. Susarak cevap vermek, mesleğimiz olmuş. Bendeniz yaşlısıyla genciyle muhatabıma sağır-kör-dilsiz olmama çabası içindeyim. Cöntürk’ün ifade ettiği anlamda ‘iyi okuyucu’ olmaya çalışıyorum. Şiirlerimin okunduğunu biliyorum elbette. Ancak bu bir noktadan sonra egoyu tatminden öteye gitmiyor. Çok okunmak, çoğunluğun şairi olmak, nitel bir ölçüt değil oysa. Nitelikli, ne yaptığının, neyi nasıl okuduğunun bilincinde iyi bir beş (5) okurum olsun, yeterli buluyorum. Beş ama has okur olsun bu. Şiir ve eleştiri kültürüyle mücehhez ‘hakikat’li okur..Cöntürk, iyi okurun ilkelerini yazdığı ‘Çağının Eleştirisi’nde ‘kokuşmuş okur’dan, ‘iyi okuyucu adayları’ndan bahisle, gerçek  iyi bir okuyucunun sanatı da hayatı da ıskalamayan, sanattan da  hayattan da çalmayan,  bu iki varlık alanını kıyasıya takip eden kişi olduğunu ifade eder. Gerçek, şiirden daha etkilidir ama. Bu yüzden şiirlerimi, gerçeklik etkisi uyandıran şiirleri önemseyen okurların takip ettiğini düşünüyorum.

     Elbette her okurun/şairin kendi şiir anlayışına yakın olan şiirleri tercih etmesi olağandır. Ancak iyi bir okuyucunun önyargı engeline takılmadan eğer besleyicilik özelliği haizse kendisine ters gelen şiir anlayışlarınca yazılmış şiirleri de okuyan bir kişi olduğunu söyleyeceğim. Şairlerin farklı ve belli bir özgünlüğü taşıyan şiirleri okuması nadirattandır. Ya duyarsızdır ya da düşman. Ortası yok. Belli bir seviyeyi taşıdığı müddetçe yazılan her şiirin süreklilik arz ediyorsa bir kısım okuyucuları vardır. Bendeniz anlamaktan, anlamaya çalışmaktan yanayım bu konuda. Türkiye’de, bu topraklarda şairler arasındaki anlayış farklılığı düşmanlığı körükleyen bir durum arz ediyor.  Görüleceği üzere şairler arasındaki körlük burada da devreye girmiş durumda. Hakkaniyet, izan, hoşgörü, anlama çabası, zinde gözü peklik, dikkate alma ve hakkını verme gibi bazı temel tutum ve tavırlar, kendi şiir anlayışımıza uymayan şiirleri de görmemize/okumamıza sebebiyet verebilir. Türk şiir ortamında belli grupların belli okurları var. Duvarlar sımsıkı örülmüş vaziyette. Sağlıklı bir şiir ortamı, aradaki engellerin kaldırılmasıyla imkân dâhiline girecektir. Ama önce anlamaya çalış. Toptan yargılama. Anla ve hakkı neyse onu teslim et. Yiğidin hakkını yiğide ver yani.

   Şiir okurunun olgunlaşması ve şiir anlayışının belli bir seviye tutturması, okuyucu-şair-eleştirmen arasında vuku bulacak olan sağlıklı bir işleyişe-iletişime bağlı. Bu üçlü sacayağı verimli bir edebiyat ve eleştiri kültürünün tesisini sağlayabilir. Şair, sanatının daha iyi anlaşılması ve kavranılması bakımından şiir görüşünü beyan eden metinler kaleme alarak okuruna gidilecek bir yön, ulaşılacak bir yol-yordam bulabilir diye düşünüyorum. Şiir üzerine yazacağı yazılarla hem okura ışık tutmuş olur hem de eleştirel birikimin-anlayışın oluşmasına katkı sağlar. Bendeniz şiirlerimi ve şiir üzerine düşündüklerimi dergilerde ve internette yayınlayarak bir biçimde okura daha hızlı ulaşmanın imkânlarını kullanmakla yetiniyorum. Şunu ifade etmekte çekinmemeli: Bir yazara körü körüne bağlanmak, bir anlayışı şüphe duymadan kutsamak, iyi bir okuyucu olma önünde en büyük ve devasa bir engeldir. Cöntürk’ün ifadesiyle, ‘iyi okuyucu, özgürlüğü sever, başkalarına bağlı olmak istemez.’

    Her okur, hangi kitabı seçiyorsa kendisini de seçiyordur. Kitabın seviyesi anlayışımızın seviyesinin göstergesidir. Bu, şiir okuru ve şiir kitabı için de geçerli bir tutum. Öncü bir eleştirmen olan Cöntürk’e kulak asarım bu konuda: İyi bir okur ‘’Seçme işinde verimini arttırmak için eleştirel kültürünü arttırmaya çalışmalıdır.’’

     Şuna inandım her zaman: Şiir anlayışımızın bir seviye tutturması eleştiriye olan duyarlığımıza bağlıdır. Ciddi bir okur olmak için şiir işinde eleştiri ve eleştirmene dair önyargıyla hareket edileceğini sanmak bir yanılgıdır. Aksine eleştiri kurumunun değirmenine o da su taşır, eleştiri yazılarının şiire olan duyarlığını geliştireceğine inanır. Modern eleştirinin bir özelliği de okurunu eleştirmenleştirmesidir. Burada karşılıklı alış-veriş söz konusudur. Ben okurun eğitilmesinden yanayım.  İyi şiirin yaygınlaşması okurun eğitilmesine bağlıdır. Bu da süreç içerisinde eleştirel bilincin olgun bir hava tutturmasını sağlayacak, canlı bir edebiyat ortamının tesisiyle sonuçlanacaktır. Bunun imkânı eleştiri kurumuna olan bağlılığımıza göre şekil bulur. Okur eleştiriyi-eleştirel yazını ciddiye almak zorundadır. Şunu da ifade etmekte yarar var tabii: İyi bir okuyucu, orta bir eleştirmenden daha üstündür. Hangisi kazanır: Okurun eleştirmenleşmesine bağlı.

F-Yazarlık ‘‘Edeb’’i, Mustafa Özçelik, Bir Nokta

   Tekniğin dünyası yapay ilişkilerin arenası gibidir. Teknik köleleştirir insanı, mecbur kılar, zihnini satın alır. Tekniğin amacı, mekanik bir dünya algısını zihinlere iyice yerleştirmektir. J. Ellul, bu mevzuda genelleştirici bir tutum içindedir: ‘Tekniğin ulaşmaya can attığı ideal, karşısına çıkan her şeyin mekanizasyonudur.’ Yine benzer bir yorum daha: ‘İnsan, çelik dünyasına alışık değildir; teknik onu alıştırır.’ Çelik, mekanik, görsel bir dünyada ‘hayâ duygusu’nun yeri nedir? Daha özele inelim: Günün Türk şairinin duygu-düşünce evreninde hayâ duygusunun köklü bir yerinin olduğunu söyleyebilir miyiz? Bendeniz bu mevzuda da ‘eski kafa’yım, milli-manevi değerlerimizin yitirilmesi karşısında üzüntü içindeyim. Edep ve hayâ duygusu da bunlardan biri. Görsel bir malzemeye dönüştüğünü düşündüğümüz Tasavvufun özü de başlangıç cümlesi de bu duygudan oluşur: Edep ya hu. Tasavvufta tekkelerin cümle kapısında bu ibare yazılırmış. Düşündürücü. Çağımı kötülemek tabiatım değildir. Ancak ‘ayık bilince’ bir niteliğini söylemek durumundayım: Kişiliksiz bir çağ bu. Simülatif görüntülerin zihnimize boca edildiği, bilgisi, kibri bol bir çağ. Köksüz. Kök bilgisinden yoksun, hayâsızlığın normalleştiği bir çağ.

   Tedbir almayan takdire bühtan etmesin, derdi babam. Günün Türk şairinin bu çağın menfi özelliklerini tenkit etmek şöyle dursun aşırısıyla meftun olduğunu müşahede ediyorum. Tanıklığım beni eziyor. Eziliyorum. Üzülmek için sözcüklerin kifayetsiz olduğunu düşünüyorum. Üzüntüm yiten insan benliğinedir daha çok. Onun zayıflığına, halinin perişanlığınadır. Günün şairinin pespayeleşmesi karşısında üzüntüm artıyor.

   Yazı hayatımda ‘işte bu’ dediğim metinler vardır, yüzüme kan gelir. Bu konuda mutlaka bir şeyler söylemem gerektiğini düşünürüm. Yazmak kaçınılmazlaşır. Sait Faik’in –artık klişe de olsa- ‘yazmasaydım…’ dediği türden bir zorunluluktur bu. Yaşadığımız toplumda hayasızlık paha biçilmez bir değer haline geldi, revaç buldu, takdirle karşılandı.

   Popüler kültür utanma duygusunu silip attı yaşadığımız hayattan. Kadını paketleyip sundular, kadın şov nesnesi oldu. Günün şairi, popüler kültürün nesnesini tenkit edebilecek bir zihinsel donanıma sahip değil artık. Nefsi emarenin cılız çırpınışları içinde. Müdahil değil, daha çok çağın göstergelerini sayıp dökmekle meşgul. Kendini bir bütün olarak tutamayan bir şairdir bu, karşısında imrenilen bir şahsiyet sahibi olduğunu söyleyemeyiz. Yazmam kaçınılmazlaştı, dediğim metin Bir Nokta’nın Aralık sayısında yayınlandı, Mustafa Özçelik tarafından. (2010) Özçelik, sayılı şair ağabeylerden. Nadirattan. Olgun ve oturaklı kişiliği, Yunus, Mevlana ve Âkif tutkusu karşısında saygı duyduğum ender şairlerden. Özçelik’in ‘Yazarlık ‘‘Edeb’’i’ adını verdiği ilgili metnini dikkatle, tekrar okudum, benzer endişeleri taşıdığımı anladım. Kavrayışım kaybolan hasletlere ağıt yakmamak gerektiğini söylüyor bana. Kale/m/in ve sözün gücüne inancım, yazınsal anlatımın imkânlarını zorlamaya çağırıyor benliğimi. Sezai Karakoç’un ‘kalem yazmak zorunda’ dediği yerdeyim. Niyetim şiir okuruna bir ahlak dersi vermek değil, burada henüz yayayım, olgunlaşma safhasındayım ben de, meramım söylemekle sınırlı, kendimi de katıyorum.

   Günün Türk şairinin ilkeli duruşunu özledik. Nasipsizlik de kanımıza işlemiş bizim. Karakoç-Özel-Pakdil zirvelerinden zerre nasiplenmemişiz. Usta hikâyecilerin-şairlerin eteklerinde dolaşan Müslüman sanatçıların da benliklerinin sakat, nasipsizlikle malul bir kibre bulanmış olduklarını düşünüyorum. Gösterdikleri hastalıklı kibir ve tepeden bakış, işte sözünü ettiğim bu zirvelerin alçakgönüllü tutum ve tavırlarından nasipsiz olduklarının bir işareti olarak okunabilir. Şairin kibrini onaylamıyorum. Kanımca, gösterilen bu kibir, Özçelik’in uyararak işaret ettiği, ‘medeniyet değerleri’nden uzak bir duyuş ve düşünüşe maruz kalışımızdan kaynaklanıyor. Kaynağa iniyorum: Medeniyet değerlerinin özünü ne oluşturur? Yunus’u ‘bizim’ kılan nedir? Âkif’in çığlığının mahiyeti neleri içeriyor? Neden hâlâ Mevlana bu milletin özünde çağıldayıp durur? Bu medeniyet abidelerini imrenilesi şahsiyetler haline getiren şeyin Temel İlkelere gösterdikleri hassasiyetler ve titizlikler olduğunu söyleyeceğim. Şu sorulabilir pekâlâ: Çeteleşmenin bu anıtlar yanındaki hükmü nedir mesela? Gruplaşmalar basitliğimizi gösterir, ufuksuzluğumuzu. Söz konusu yazıda Özçelik, ‘‘Çeteleşme’’nin yerini ‘ ‘Cemaatleşme’’ ruhu alsın, der. Cemaatleşmede kardeşlik hukukuna riayet edilir, adam kayırma, adam asmaca yoktur. Bu toprakların ruhunun cemaatleşmeyle tesis edildiğini, manevi hasletler bakımından zenginleşmenin de bu birliktelikle imkân dâhiline gireceğini söyleyeceğim. Edebiyatı fetişize etmenin de insani olanı silip süpürdüğünü ifade edebiliriz. Dediğimiz gibi nasipsizlik fazlasıyla kanımıza işlemiş bizim. Millet olarak hizipçilik neyse edebiyat olarak çeteleşme aynı hazin sonu haber verir: Milletin kopuşu ve insanın değerden düşüşü. Temel İslami ölçüler şiarımız olsun vesselam. 

2.

Feryat-Figân, Bünyamin Durali, İstanbul Bir Nokta

‘Feryat-Figân’, bir acziyetin şiiri. ‘Saf şiir’ diyebileceğimiz türden. Katışıksız. Şehir yok, cadde veya kalabalık yok. Özünü/kendiliğini anlamlandırma arayışında olan bir şiir diyebiliriz bu şiir için. Durali, çoğalmaya inanmış şairlerden. Coşumcu. Kendinde başlayıp kendinde biten bir şiir.

“bir akarsu baldırlarımdan

yırtına yırtına çoğalsın” (s,8)

‘‘feryat-figân dönerim ben döndüğüm yerden’’ (s,8)

Sonra Issız, Murat Soyak, İstanbul Bir Nokta

‘Sonra Issız’, bir nostalgia şiiri. Geriye dönük bir algıyla yazılmış, üzgün bir şiir. Metnin sonuna geldiğimizde, Soyak şiirinin genel bir karakteri olan ‘umut duygusu’yla karşılaşılır. Tümüyle karamsar bir şair değil Soyak. Umudu yedeğinde tutar sürekli. Sonra Issız’da sağlam bir kurgu ve bütünlük var. Dört çocuk konuşuyor şiirde, ama sonuncu çocuğu, Kutlu’nun sevdiğim bir tabiriyle, ‘umudu üzmeyen’ bir tutum içinde görüyoruz. Ölüm, geçmiş duygusu, kimsesizlik, yalnızlık ve umut duygusu, tematik açıdan öne çıkıyor. Murat Soyak’a has bir şiir. Ancak yine de,  Kaplan’ın deyişiyle söylersek, ‘klişe temler’den tamamen arındırılmış bir şiirle karşı karşıya değiliz. Soyak’tan, şehrin karmaşasından kalabalık bir malzemeyle konuşan şiirler de bekliyoruz. Böylece şairin yenileşmesinden, bir yenilik algısından, paradigmayı esas alan bir yenilik algısından rahatlıkla konuşabileceğizdir. Ötesi patinaj yapmak, pörsümek, kendini tekrar etmek olur. Murat Soyak, içinde bir şiir heyecanı barındıran, şiire yıllardır emek veren bir şiir işçisi. Burada kalmamalı derim, kapılarını modern şiire de açmalı, bu şiir ağıntısının imkânlarını da denemeli. Böylece biz de diğerlerinden bir farkının olabileceğini oturup konuşuruz.

‘‘yaralı, gözü yaşlı dört çocuk

günbatımına yakın bir ağıt

dördüncü çocuğun söylediği:

-bir gün bizim de yüzümüz güler

güneşlenir içimiz’’ (s, 9)

Kaptan, Abdurrahman Karakaş, İstanbul Bir Nokta

Sanırım yeni bir isim Karakaş. Şiirinde bir yenilik bulamadım. Romantik bir duyarlıktan beslenen, daha ziyade kopuk ifadelerin yaygınlık kazandığı içi boş bir şiir. Abdurrahman Karakaş, modern şiir de okumalı, kendi özgünlüğünün izini sürmek istiyorsa tabii.

‘‘garip üşümeler sardı her yanımı

zincir soğuğuna alışamam

yak sigaramı

ısınalım’’ (s,10)

Bekarlık Sıkntısı, Fatih Kınalı, İstanbul Bir Nokta

Şiire özgü bir yenilik getirdiğini gördüğüm yeni bir şair Fatih Kınalı. Öylesine rahat, doğal bir konuşmaya sahip, kendiliğinden bir şiir. Metin kendi içinde ciddi bir meseleden yoksun olsa da klişe kırıcı bir işlev yüklemiş kalemine şair. Konuşur gibi yazıyor ve ironi en belirgin özelliklerinden. Bu kendine yönelik ironi temelli kavrayıştan, bu kanalı yoklayarak şiirini geliştirebilir, diye düşünüyorum. Bir yeteneğinin olduğu kesin.

‘‘Beni asansörlerde bizzat kendim karşılar

elimde çantamınan gövermiş bir deliyim

kuş beslemem çünkü

uğraşamıyorum

Ey telesekreter! Arayan varsa bileyim.’’ (s,12)

Pilin Ölümü, Murat Üstübal, Ücra

Geleneksel okur için deneysel şiir bir iletişimsizliktir. Deneysel şiir bu okur nezdinde bilindik bir tepki yaratır: İmge salatası! İmgeyi şuursuz bir biçimde kullanmaktan kaynaklanan bir tepkiselliktir bu. 90 Kuşağı bu şuursuzluğa bir tepki şeklinde gelişirken, imgenin naaşını kaldırarak-ölümünü ilan ederek- nesneyi dolaysız bir şekilde ele alan bir yola doğru evrildi: Nesnel İmgelem. Şimdilerde şiirde ana mecra imgeyi tasarruflu kullanan, şiirin geneline yayan, neredeyse şiirin sıfır imgeyle kotarıldığı bir gür akıntıdır artık. 80’lerin imge fetişizmine bir tepkidir 90’lar. Ana mecra Neo-epiğin açtığı güzergâhta seyrediyor. Heves topluluğuyla birlikte şiirde imgeyi biçimci bir teknikle ele alan yan mecralar, yan akıntılar zuhur etti Türk şiirinde. Gerçekliği bölüp parçalayan, atomize eden, gerçekliğin içini günümüz anlayışıyla-postmodern paradigmayla-neredeyse hernesneyle dolduran, her şey şiirin konusu olabilir anlayışının bir tezahürü olarak imgesel gerçeklik didik didik edilerek yeni bir gerçekçilik anlayışı doğdu: Yeni Biçimcilik. Ses merkezli şiirden sesin ve anlamın deney malzemesi olduğu bu tutuma deneysel şiir diyenler de çoğunlukta. Sesin ve anlamın tamamen kaldırıldığı şiire görsel şiir diyoruz: Dizesiz şiir. Bendeniz Ücra’daki şiire anlamın deşifre edilmesi diyorum. Buradaki anlam tümüyle postmodern zihniyet biçimidir. Ana mecranın yan akıntısı olarak Ücracı anlayış, bu biçimi deşip hırpalayan, sarsan, yerinden eden, parçalarına ayıran, ardındaki zihni açığa çıkartan bir yıkıp yeniden inşa eden bir etkinliğin uzantısıdır. Burada gerçekliğin dolaylı-dolaysız iletimi söz konusudur. Gerçeklik postmodern kodlarla yüklüyse, Ücracı anlayış, bu gerçekliğin ard-anlamlarını yapı-söküme tabi tutacak, Üstübal’ın deyişiyle, yeniden yapıp katmanlarına ayıracak veyahut yeni bir gerçeklik üretecektir. İşte Murat Üstübal’ın ‘Pilin Ölümü’ şiiri, ifade etmeye çalıştığımız üzere, gerçekliği, Pil’in nesnel bağlamlarından koparılarak, yeniden yıkıp inşa ediyor. Pilin Ölümü şiiri, ‘nesnenin ölümü’ veya ‘yeni bir karnaval çağı’ biçiminde okunabilir. Üstübal bu şiirinde postmodern çağın zayıf noktalarının dökümünü yaparak, diğer bir deyişle bu zayıf yerleri dinamitleyerek, nesnelerle tıka basa dolu bir çağın ölümünü ilan ediyor: Pilin Ölümü. Geleneksel çağın ölüp yeni bir çağının başladığının resmidir bu: Karnaval Çağı.

‘‘en tozlu yardımcımız

olan (tarih)

gel zaman

git zaman

hayatımızdan çıkıp

telefon ve müzik çalar

arasında kaybolabilir,’’ (s,7)

‘‘imal edilen kalp pilinde

ihmal edilen karnaval’’ (s, 7)

Acı boşaltır ya da aktüel ağrılar, İsmail Aslan, Ücra

Ana akım-dışı şiirin Türkiye’deki yayınlarından biridir Ücra. Ancak Ücra’da ana mecraya yakın seyreden şiirler de yer alıyor. Daha çok düşünsel dikkatini deneysel ve görsel şiire odaklayan bir yayın anlayışının izini sürüyor Ücra. Görsel şiirin sorunlarını da tartışma alanına katıyor. Ama nedense kapalı devre bir dergicilik faaliyetini sürdürüyor izlenimi ediniyoruz Ücra’da. Ana mecraya dahil olan iki şiir var dergide: İsmail Aslan ve Vural Kaya’ya ait bu şiirler. Aslan’ın ‘acı boşaltır ya da aktüel ağrılar’ şiiri yaygın anlamıyla neo-epiğe yakın bir şiir. Rahat okunuyor ve etkileyici bir şiir. Neo-epiği gündeliğin içinden kavrıyor ve aktüel yaşamın sorunlarını şiirleştiriyor. Sanattan ve estetizmden uzak bir şiir. Günlük konuşma dilini merkeze alıyor ve şiirsel ifadeyi genişletip yayması, imgeye yer vermeyişiyle dikkat çekiyor.

‘‘sigaramı mutfakta içmem gerekiyormuş

buzdolabı, bulaşık, çamaşır makinası karşısında

kederlendim

bir of çektim karşıki apartmanlar tuz buz

tuzun istatistiksel olarak zararlarına eğildim..’’ (s,6)

Çark, Vural Kaya, Ücra

Ana akım-içi şiire dâhil edebileceğimiz bir diğer şiir ise Vural Kaya’nın ‘Çark’ şiiri. Bu gün itibariyle Kaya’nın yazdığı en soyut, en kapalı şiiri bu. Kopuk ifadeleriyle ser verip sır vermeyen şiirlerden Çark. İlk kitabındaki levendane söyleyişinin bu şiirde izine bile rastlayamazsınız. Şiirde mısralar bağlantısız ve kesik kesik ifadelerden oluşuyor. Muhalif bir duyarlığın yerinde yeller esiyor ve sanırım yazdığı en zayıf şiir bu.

‘‘Canına katası gelir

İnsanın

Canına şen körler

Kof ayartmalar

Saygın erkler erkekler

Bahar geçende

Katarsın gene

Canından geçsem

Can ırmaklarda

Gözlerinin içgeçmişi…’’ (s,6)

Eşlikler, Fide Türkmen, Papirüs

Bir şiir şairinin elinde nasıl bir silaha dönüşür, sorusunun cevabı, Fide Türkmen’in ‘Eşlikler’ şiirinde. Es geçilemeyecek türden. Sözcüklerin dinamik ve devingen yapısıyla yürüdüğünü duyuyorsunuz metnin içinde. Ve bir mitralyöz gibi zalimin suratına çarpan bir şiir Eşlikler. Türkmen için şiir bir silahtır elbet. Lafı eveleyip gevelemeden söylüyor. Devrimci. Gizemi, soyutu sevmiyor. Somuttan yana. Ve ‘‘söveceksin!’’ diyor, ‘‘dişlilere/mesailere/alışveriş merkezlerine/faillere’’. Korkusuz. Cesaret sahibi. Mızmızlanıp şikâyetçi değil halinden. Sevgilisinin yüzüne bakıp hayaller kurmuyor yani. Somut bir persona. Çatışmanın şiiri Eşlikler. Dünyaya doğru bir yürüyüşün şiiri. Çiçek böcekten uzak. Ve ‘‘paslı dişlerini sök’’ diyor. Demir leblebi. Eylemsel. Şairi kutluyorum.

‘‘sana eşlikler getidim

uğunduğun yerden kalk diye

paslı dişlerini sök

gözlerindeki kurtlar iyi değil.

bir kadını sevmeyi öğrendiğin yerde

O yerde

bir mayın patlamış

sanki aklın şaşırmış bir şeyleri

bir kadını sevmeyi öğrendiğin yerde

O yerde

hoyrat diye bir kelime ilişmiş etine

sana eşlikler getirdim

silinsin hükmü zalimin..’’ (s,6)

Dijital Çerçeve, İsmail Cem Doğru, Papirüs

İsmail Cem Doğru’nun ‘Dijital Çerçeve’ şiiri, yeni alışkanlıkların, davranış biçimlerinin ironik bir kavrayışla eleştirisi. Yeni neslin davranış kalıplarının sorgulandığı, tartışıldığı bir şiir bu. Şiirin mesele edindiği konu genel olarak şöyle: Tekno dünyanın genel geçer doğrularını alaysılamalı bir dille eleştirisini yapıyor şair. Öz-biçim dengesiyle kurulmuş bütünlüklü bir şiir. Sözün biçimlenişi yani sözdizimi ve deyiş biçimi, dolaysız iletimiyle okura kendini benimsetebiliyor. Üzerinde durulması gereken sağlam bir şiir.

‘‘ingiliz anahtarımı arıyorum, numarasını bilen yok

adresi yok, başıboş geziyor şuncacık odanın içinde

niyetim asil, sevişmek istediğim yalan

tüm devrimci duygularımla gazozumu açacağım

bendeniz tüm baloncuklara özgürlük yanlısı’’ (s,33)

Kadim Kavil, Hilal Karahan, Papirüs

Papirüs’te bahse değer bir diğer şiir de Hilal Karahan’a ait. Başından beri inandığım poetik doğrularım var: Şiirde trajedi, sahicilik temeli üzerine inşa edilmelidir. ‘Kadim Kavil’ bunun kısmen somutlaşmış örneği. Karahan’ın trajiği kavrayışı köklü bir biçimde gelişiyor. Sahih bir duyarlıkla görünürlük kazanıyor. İnce düşünülmüş ve sağlam bir işçiliği var Kadim Kavil’in. Şiirsel söz, ‘acı’ hissiyatı üzerinden şekilleniyor. Derin bir duyuşu var Karahan’ın. Şiirin inceliklerine vakıf. Karahan şiirinin genel karakterini verir bu: Derin ama estetize edilmiş bir acı duygusudur, şiirin geneline yayılan. En nihayetinde estetiğe aittir. Harekete geçmez. Belirgin bir eylemsellik kazanmaz. Ancak yine de şiir içinde bunun bize inandırılarak verilmesi, sentetik olmaktan koruyor Karahan şiirini. Pastel duygularla devinip duran bir özne yer almaz şiirde. İnce bir elekten geçirilmiş acı duygusu. Ve aşkı da bu duygu üzerinden betimler Karahan. S.T.Colaridge, Denemelerinde, şiir insan davranışlarının betimlenişidir, der. Bu bağlamda Karahan şiirinin personası, yüksek sesle kalabalığa konuşmak (epik kahraman) yerine kendi acılarını estetize etmeyi, betimlemeyi tercih eder. ‘Kendi dramı üzerinde yoğunlaşmak’ diyorum ben buna. Şair hayati olanla köklü bir bağ kurduğu zaman burada sahicilik tartışma konusu olmaktan çıkar. Hilal Karahan hayattan yola çıkar. Ancak estetik algıdan hareket ettiği için dönüp geleceği yer kendi yaşadığı hayat, kendi duyumsadıklarıdır. Dram yüklü bir şiir.

‘‘ruhun sığındığı kör kuyu

aşkın ve acının o yıkık manastırı’’ (s,37)

‘‘kan içirir avucuyla

zan ve zaaf

utandırınca kadını’’ (s, 37)

Yalnız geceye abece, Özlem Tezcan Dertsiz, Papirüs

‘Yalnız geceye abece’, Dertsiz’in süslemeci liriğe örneklik teşkil eden bir şiiri ve meselesiz bir şiir aynı zamanda. Düşlemci ve romantik bir atmosferde deviniyor. Bir parıltı ve yenilikten yoksun soyut bir şiir. ‘Türkiye’den habersiz yazılan şiirler’e örnek gösterilebilir. Kitabi bir şiir. Sorunsuz.

‘‘limanından ayrılıp ilk seferine çıkan gemi,

lirik bir kuş sesine döndürdü yelkenini’’ (s,59)

Okuntu, İlhan Kemal, Papirüs

İlhan Kemal’in ‘Okuntu’ şiirine güzel-duyusal bir şiir gözüyle bakabiliriz. Şairane duyguların devinimsiz bir atmosferde devindiği bir güzellik şiiri. Estetik bir şiir. Donuk ve bir yenilik getirmeyen şiirlerden.

‘‘barbarlar gelirler ve geçerler, yıkılan yenidenlenir

yerinde kalır gökyüzünün altı, iyilik ve merhamet

rahatı kaçar, altın sarayında uykusundan kanar zagedan..’’(s,60)

Geceden kalma mırıltılar, Cihan Oğuz, Papirüs

Hormonal şiirin Türkiye gerçekliği yanında değeri, yeri ve anlamı nedir? Sorusu sorulması gerekiyor burada. Türk insanının anlam dünyasına tekabül eden bir şiirin varlığına özlem duyuyorum. Aşk ve inanç birbirini besleyen temel motifler olmalı şiirde. Oysa ki hormonal şiire korkunç bir düzeysizlik ve düşüş hâkimdir.  Şairin düşüşü ise kabul ve tahammül edilemez olandır. Hormonal şiirin basit ve sıradan bir örneği gözüyle bakabiliriz Cihan Oğuz’un ‘Geceden Kalma Mırıltılar’ına. Oğuz’un şiiri kırılganlık üzerinden işliyor. Şiirin sözel biçimlenişinin dağınık ve bir o kadar savruk durduğunu söylemek durumundayız. Bu kırılganlık, şiirde konuşan öznenin sözü doğallıkla ifade edişini engelliyor. Böylece Oğuz doğrudan söz söyleme yetisine darbe vuruyor. Şiirde aşırı duygululuk sözü baltalar ve şair rahat okunan bir deyiş biçimini işletime sokamaz.

‘‘Dudaklarını ne kadar saklarsan sakla

Bir ok gelip vuracak hedefini’’ (s,65)

Timsah Angarya, Onur Akyıl, Mühür

Düzsözle lafı dolandırmadan ifade etmek başka şeydir, düzyolda ilerlemeyip yan yollara sapmak başka şey. Düzgün bir mısraa rastlamadığımız bu şiirde Akyıl’ın şiirsel ifade veya doğrudan söyleyiş üzerine seçik bir anlayışa varması gerekiyor. Zira şiir sözün biçimlenişi, sözdizimi ve deyiş biçimi bakımından fazlasıyla sorunlu. Net, doğrudan, direk söyleyişi temel bir tavır olarak yeniden düşünmeli Akyıl. Şairin zihni net, açık, seçik bir söyleyişle berrak bir zeminde devingenlik kazanır. Akyıl’ın bu şiirine hakim  olan zihin romantik bir zihindir. 80lerin konuşmasıyla, şiir algısıyla, imgeyi ele alış biçimiyle günümüz şiirinin içinde olamazsınız. Mısra yapısını rahatlatmalı Akyıl. 80’lerde fazlasıyla yazıldı bu şiir. Gerçeğin hareket noktasını tayin ettiği gür, gümrah bir şiir yazılıyor bugün. Mısra kırma ve aşırı gramer şiiri tutuk kılar. Konuşmasına ket vurur. Şiirde hız ve hareket konuşmayı esas almakla mümkündür. ‘Timsah Angarya’ devinimsiz, bir yenilik getirmeyen şiirlerden.

‘‘burada; güneşli bir gün saylırken ;gördün mü? kan!

demiştin;çıplak olacağım;yalnızca bir tesadüf.’’ (s,129)

Edebiyat Bitti mi?, Fazıl Baş, Fayrap

Fazıl Baş, Fayrap’ta Edebiyat Bitti mi, diye soruyor. Zaman zaman nükseden bir hastalığımız bu ve benzer sorular. Ahmet Oktay da şiirin insansızlaşmasından müşteki idi. Baş, haklı olarak savunduğu anlayış çerçevesinde önemli açıklamalarda bulunuyor. Popülist düşünürler gibi somut düşünüyor, son derece gerçekçi. Hümanistler gibi düşünürsek insan eti yemeğe devam ederiz. Böylesi düşünmeye hiç niyetli değilim. Edebiyat-inanç düzleminde hayati olanı kapsayan bir dizi serbest çağrışım yapacağım, bu sorunsalda. Kendi kişisel hayatımı ilgilendiren tarafıyla konuşacağım. Benim görüşümce edebiyata dair tüm teorik çıkarımlar yaşamımı ilgilendiren yönleriyle değerlidir, önemsel olmaya namzettir. Bu yazı bende, benim açık-seçik-net hayatımda bir karşılık buldu. Öyle ki en basitinden düşünecek olursak edebiyata olan inancım dipdiri olmasaydı bu yazıdan bahsetme gereği duymayacaktım. Zira Oktay beni ırgalayacak, bol keseden insanlık şarkıları terennüm edecektim.

Belli bir edebi toplulukta edebiyata olan inanç canlılığını duyuruyorsa orada dirilik vardır. Bu seçkin ve yara almaya müsait topluluğun sınırlı sayıda olduğunu düşünebilir, ‘yara almaya müsait’ de ne demek, diyebilirsiniz. Edebiyat ‘etkilenme endişesi’ taşıyanların yaralarının konuşulduğu yerdir, diyeceğim ben de. Yaranın konuşması, kabuk bağlamamışsa etkileyicidir her zaman. İnanç kadar derine nüfuz eder. Deyim yerindeyse yaradır konuşan: Mürekkep yarası. Meseleye patolojik bir yaklaşım biçimi geliştirdiğimi düşünenler olabilir. Mürekkebin açtığı yara bilinci tetikte kılar oysa. Bilinçtir edebiyatın işi-gücü. Şayagen’in deyişiyle ‘Yaralı Bilinç’.

Edebiyat bitmedi, bitmez de. Sadece yaralı bilincin ifrazatıyla karşı karşıyayız. Bu topraklarda şiir adına tüm yazılanları ben böyle tanımlıyorum. ‘Tümüyle karamsar bir dünyaya sahip’ deriz, muhatap olduğumuz herhangi bir şiir karşısında ya da ‘romantik bir algıyla yazıyor’ şeklinde bir tanımlamamız olur, kestirip atarcasına. İki arada bir derede olma durumu. Millet olarak yaşadığımız kötümserliğin menşei, gerçekliğimizi ne tamamen doğuda, ne de bütünüyle batıda konumlayamayışımızdır. Biz buna ‘parçalanmış bilinç’ diyoruz. Oysaki bütünlüklü bir bilince sahip olmanın gereği, kadim değerlere olan bağlılığımızı yenilemekten geçiyor. Hayatın her alanında yeniden inanmanın imkânlarını araştırmanın gereği de buna dâhildir. Bir köke bağlanamayışımız şairlerimizi savruk kılıyor. Ben bunun ıstırabını bir türlü dengeye kavuşamayan yaşamımın bu anına kadar yaşadım. Edebiyata duyduğum inanç bana ısrarla ‘köklere dön!’ diyordu, ben bunu duymadım. Okuduğum şiirlerle yaralanmıştım çünkü. Şiir bizi bir yerden bir yere alıp getirmeli. Yine okuduğum şiirler bana bunalım pompalamaktan başka bir işe yaramadı. Yara derinleştikçe derinleşti.

Duanız olmasaydı ne işe yarardınız’ diyor Büyük Yaratıcı. Dua eder gibi yaşamayı unuttuğumuzdan beri yaralarımızla iştigal etmeyi marifet sayıyoruz. Vehimlerimizle yani anksiyetelerimizle övünüp duruyoruz. Oysa şair bizi iç sızılarımızla oyalamayı bırakıp hayatın ortasına bırakabilmeliydi. Bunalımı şairlik sandık kısacası. Böylesi hitap şeklini de aşinalık bildik. ‘Kıyamete inanan insanların şiiri nasıl olmalıydı?’ sorusu artık tekrar gündem maddelerinden biri olmalı hayatımızda. Bitmedi: Ölümü hayattan kovduk. Yerini kösnüllük kapladı, bundan mutlu olduk. Hayatımız çölleşti, duygu, duyarlık, atılım ve cesaret bakımından fakirleştik. ‘Şiir bitti’ teranelerinin kaynağını işte burada aramalıyız derim. Milli, manevi, ahlaki ve kültürel değerlerimizin unutulmaya terk edildiği yerde yani. Mürekkebin açtığı yara bizi sağaltmıyorsa çekiver kuyruğunu gitsin. Nur-u İlahiyi alnımızda okutmayı bilelim şair kişilere. Ve ne kadar malayani işlerle iştigal ettiklerini bu üç nefeslik hayat-ı dünyeviyede hatırlatmayı bilebilsin şiir. Bilinç bunun için gerekli zaten. Edebiyat bitmedi, sadece fanilik türküsü söylüyor. Kulağı bir dünyaya açık ve iştahlıysa, diğerine sağır-kör-dilsiz.

3.

Mühür’ün 41.sayısı V.B.Bayrıl’ın ‘Adsum’ şiiriyle açılıyor. İnsanın varlık macerasına metafizik dokunuşlarda bulunuyor Bayrıl. Şiir izleksel yoğunluğuyla ezoterik bir anlam evrenini imliyor. ‘Adsum’da ‘yörünge’sinden çıkmış, köksüz bir özne yer alıyor. Öznedeki köksüzlüğe sebep, bir merkeze bağlanamama, zamanın duygudan yoksunluğu, cisimsizlik, geçmiş zamandan kopukluk, gizem yoksunluğu, hayret duygusunun ve ân’ın dokunaklılığının yitirilişi, hüzün veya kederin yaralayıcı etkisi, modern çağın göstergelerinin güvensiz çağrışımı, tarihin girift ve insanın özünün yorgun oluşu vb. saiklerle birlikte varoluşa simgelerin çok anlamlı penceresinden bakan şairin sınırsız muhayyel dünyasını işaret eden hâller, hâllenmelerdir. Şairin dünyasının ‘şimdi’den, ‘ân’dan hoşnutsuz bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz. ‘Acı güller. İnsan kısacık bir hayrettir.’ birimleri üzerinden şairin ‘zaman kaçkını’ bir kaçış şiiri yazdığını söyleyebilir miyiz? ‘Adsum’un karanlık bir şiir evreni var. Şiirin, koordinatları çizilmiş bir zaman ve mekân atmosferinden yoksun olduğunu göz önünde bulunduğumuzda pekâlâ bir kaçış şiiri diyebiliriz ‘Adsum’a. Şiir, malzemesi ve işaret ettikleriyle ne bir cedel içerir, ne de bir kahramanın çatışma yüklü dünyasını sunar okuyucuya. Simgesel belirlenimler şiiridir ‘Adsum’. ‘Şehir ürüyor.’ mesela. Şimdinin güzelliği ise hissiz oluşuyla kaimdir. Şairin muhayyel dünyası ‘şimdi’yi değiştiremeyeceğine göre, göstergeler ve şiirin bütün evreni sonsuz olanı işaret eder: ‘Namütenahi!..’ 

Ali Günvargalateia güzellemeleri (sol minör adagio)’ şiiriyle yer alıyor Mühür’de. Şairin muhayyel bir özneyi muhatap alarak imgeleminde müşahhas kılma çabasında olduğunu görüyoruz. Somut bir karakter veya personayı konuşturmaz Günvar, içinde yer aldığı çağdan rahatsız bu özne, benliğini/arzularını öldürme çabası içindedir. Şair zamanı bedeninde/mevcudiyetinde cisimleştirmek ister, bunun için de muhayyel bir özne aracılığıyla sanrılarını/düşlerini/hayallerini somutlaştırır, elbette şiiriyet yoluyla..Zaman tasarımı üzerine inşa edilmiş bir şiirdir ‘galateia güzellemeleri’. Şair, modern şiiri oluşturma biçimlerinden metaforları kullanarak hem içinde yer aldığı zamanı hem de maziyi anlamsal bir çerçeveye daha doğrusu şiirin estetik zeminine oturtmak ister. Bu çerçevede okunabilecek dizeler: ‘ ve uzun süren bir asrın sonlarında,/galateia/beyaz kollarıyla sardı/muhayyel boynunu/sanal gövdemin./ve kalbimin buğulu camlarında/izledim geçişlerini/belirsiz suretlerin.’ Ve diğer dizeler de tahayyül edilen özneyi veya şairin tasavvurlarını biçimlendirme tutumuna örneklik teşkil eder. Günvar’ın bu şiir aracılığıyla problematike ettiği şeyler, ‘arzunun, iradenin ve mazinin yitirilişi ve dolayısıyla ideal yoksunluğu, açlık, ihtiraslar, anılar, hayaller, ölüm, korku, adalet, benlik, muhal, zaman, oyun, ayna’ vb. irreel olana yönelik soyut kavramlardır. 

İki şiirde de göze batan şey, öznelerinin güçsüz, savaşmayı göze almaktan yoksun bir anti-kahraman olmalarıdır. İki şiir de dönemin baskın karakterini yansıtırlar, atmosfer itibariyle 80’lerde yazılan şiirin dünyasına fazlasıyla akrabadırlar. Bunda Bayrıl ve Günvar’ın 80 Kuşağının başat iki şairi olmalarının belirleyici etkisi vardır. Karamsar bir iç evren ve karanlık ve boğuk bir benlik. İki şiir de konuşamayan şiire dair bir örneklem oluştururlar. Zamanın ruhunu betimlemek için şifreli bir dil ve simgesel bir koleksiyon sunar 80’ler önümüze. Derin bir arkeolojik kazı çalışmasını gerektirir 80’ler. Körlemesine itham etmek elbette yanlış olacaktır. Bir simgeler ormanıdır 80’ler. Kaybolabilirsiniz de kıyısından geçip başka bir kasabaya da uğrayabilirsiniz. Ama bu orman burada somut olarak var, anlama çabasını göze almak gerektir. 

4.

Mehmet Talha Paşaoğlu, duygu ve duygu durumlarından arındırılmış, davranışların somutluğuyla örülü, deyim yerindeyse ‘som bir şiir’iyle yer alıyor Dergâh’ta: Kasnak. Maddenin şiiri. Temaşaya kendiliğini/şiirsel özneyi açık eden bir şiir. Enteresan bir ‘temaşa dize’yle son buluyor, son üç mısra şöyle:

‘‘bir kasnak düşünedalıyoruz

açılıyor yer ve yüzümüze bakıyor

cellecelalühu’’

İsa Karaaslan, Gitmek şiiriyle romantizmin dolaylarında geziniyor. Doğal, fırtınasız bir konuşma tonu. Romans hâkim bu şiire. Duygulu bir romans. Kartpostallara özgü.

‘‘rüzgar yaşlı bir postacıdır belki düşünsene

Durmaksızın dağıtan aklıma yapraklarını’’

Şairin muhayyilesi yolculuk zemininde işliyor. Muhayyel bir şiir diyebiliriz rahatlıkla. Karaaslan, soyut bir imgelem dünyasında kurguluyor şiirini, buysa ayaklarını yere somut olarak basmaktan alıkoyuyor onu. Karaaslan somut deyiş biçimleri de denemeli şiirde. Bir kaçış şiiri yine de Gitmek. Düşlemsel.

Berat Demirci, Kuş Diliyle Kayalara Ağıt’ta Yeni Hece Şiirinin imkânlarını deniyor. Mükemmel dizayn edilmiş, planlanmış bir şiir. Her şey yerli yerinde. Burada işleyen zihnin modern bir zihin olmadığını, Hece zihninin şiirin geneline egemenlik kurduğunu, duyarlık olarak da Hece duyarlığının temel alındığını ifade etmek gerekiyor. Kıvrak bir konuşma dili ama düzenli mısra yapısı ve ses uyumuyla tipik bir Yeni Hece Şiiri. Sözden ötede sese yakın. Söylenmek için yazılmış bir şiir. Bu şiiri yenileştiren unsur ise, atak, şaşırtıcı bir söyleyişin tüm canlılığını bölümler boyunca duyurmasıdır.

Şiirde modern zihin, bugünün duyarlığını esas almakla kaimdir. Modern şair, kelime seçiminden kelimelerin çağrıştırdığı anlama kadar yeni bir ruhla konuşur şiirde. Dünyası, zamanının, döneminin, şartların ve gereçlerin dünyasıdır. İçinde yer aldığı çağın göstergelerle yüklü nesnelerini bile kullanmasında bir tazelik vardır. Her haliyle avangard bir özne, yeni bir akıl, yeni bir mantık konuşur şiirde. Yenilik algısı, zaman ve mekân bilinciyle yeni bir boyut kazanır. Bir tavırdır artık konuşan. Burada şairin öncü ahlakından bahsedilir.

Kuş Diliyle Kayalara Ağıt’ta yerel/yersel olana vurgu yer alır. Bir taşra epiği dener daha çok Demirci. Ama bunu modernitenin varolan çarpıklığını dile getirmeden yapar. Modern bir zihnin işlemeyişinden kastımız budur. Modern şiirin/şairin modernizme rağmen kendini kurguladığını/inşa ettiğini düşünürsek, Kuş Diliyle Kayalara Ağıt’ın eleştirisiz pastoralin dünyasına daha yakın bir şiir olduğunu söyleyebiliriz. Şiirden bir bölümle düşüncelerimizi somutlayalım:

‘‘Artık o sedef gülüşlü karşı yamacın

Farkı yok dişleri düşmüş bir ihtiyardan.

Ne istediğini kayalardan bir avcının

Keklik ol da anla, de hadi anlarsan!’’

Cafer Keklikçi, Eski Defter’de nostalgia şiiri yazıyor, bir geriye dönüş şiiri. Dolukmuş bir şiir. ‘Yağmamış bulutlar gibi..’ Muhayyel bir dünyadan sesleniyor okura şair. Nahif bir duygu aralığından yazılmış izlenimi ediniyorsunuz. Anlık duygu parçacıkları şairin dünyasını oluşturmuş. Anlık duygu durumları.. İçli. Karamsar. Soft bir şiir. Hafifletilmiş anlamıyla soft. Sinirleri alınmış. Alıngan bir şiir. Pür duygu şiiri.

Somutlayalım:

‘‘hayallerinde gizlediğin dünyam senin

mevsimlerin ucunda uyuyor sevdiğim

tut beni ah ellerin ruhuma değmesin’’

Hece zihniyle işleyen bir diğer şiir ise Abdulhâlik Aker’e ait Ricat şiiri. Bu şiirde öz daha belirgin. Açığa çıkan bu özün burada, bu şiirde şairanelikle sönümlendiğine şahit oluyoruz. Şairane deyişler şiirsel özü klişeleştiriyor, yıpratıyor. Hece zihniyle işleyen şiirlerin belirgin bir özelliği de romantizmin şairane söyleyiş biçimleriyle eskitilmesidir diyebiliriz. Hece şiirlerinde ‘nostalgia’ ve ‘romans’ yıpranmış unsurlar olarak yer alırlar. Taze söz modern zihne aittir.

Somutlayalım:

‘‘Boğazımdan geçseydi çatlatırdı sînemi

ellerimde taşırken beni ağlatan azık

sızlayabilir yürek gördüğünde dirhemi

hatta ağlayabilir ki ağlamazsa yazık’’

5.

Dünyanın gelip geçiciliği üzerine yazılmış şiirlerin en belirgin özelliği, şairin mısralar boyunca bir bilgelik edasını konuşturması, hız kültürünün iyice baskın oranda egemenliğini kurduğu bu küresel dünyada, korkunç derecede insani değerlerin alaşağı edildiği bu günde şairin algısıyla, duyarlığıyla karşısında kendine muhatap gördüğü topluluğa-burada şairler güruhuna- kelimeleri ve ifadelerindeki ağırlıkla bir ihtar çekmesidir. İslamcısından liberaline, gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine kadar Sekülerleşmenin tavan yaptığı, ayyuka çıktığı bu fazlasıyla dünyevileşmiş postmodern dünyada, şairin felç olmuş insanlığımıza getirdiği sahici gerçeklik ve hakikat algısı boğuk bilincimizi düşündürse gerektir. 

Dünya ile uzlaşımsal bir ilişki-iletişim biçimine girmediğinin kanıtı olarak Hüseyin Karacalar’ın Fırsat Kuponu şiiri, uyarıcı-ikaz edici-rahatsız edici yönleriyle üzerinde durup söz söylemeye değer bir şiirdir. Rahat okunan bir şiiri var Hüseyin Karacalar’ın. Mısralar pürüzsüz bir incelikle kurulmuş. Konuşan bir şiirdir bu. Sözü, söyleyeceğini dolaylamadan ifade edişinden anlıyoruz bunu. Dolambaçlı, labirentli yollara sapmıyor. Ayrıntılardan bir tutamak noktası arayan bir tavrı var şairin. İçinde yer aldığı dünyaya yabancılaşmış özne konuşur şiirde. Kendindenlik sanırım bu şiirin en belirgin özelliği. Doğal bir konuşması var. Dünyanın faniliği üzerine kurulu, insanın tabiatına dair bir şiir. Dünyadan hoşnutsuz bir bireyin şiiri. Fırsat Kuponu’nda şairin dünyayla arasının iyi ve sağlıklı işlemediğine tanıklık ediyoruz. Buysa Karacalar’ın anti-konformist/genele rağbet etmeyen tavrından kaynaklanıyor. 

Fırsat Kuponu’nun gerilimsiz bir şiir olduğunu düşünebilirsiniz. Ama öyle değil. Gerilim daha çok iç’te yaşanıyor bu şiirde. Dünya ile bir alıp veremediği var şairin, gerilim daha çok ruhta yaşanıyor. İnsanlık tarihinin kadim sorunlarına ciddi bir göndermesi var. İşbu soruna dair önemli bir işaret taşı işlevi görüyor şiirdeki mısralar. Şiirsel öznenin farkındalık düzeyi yüksek. Dünyanın varoluşsal bir güvenlik alanı taşımadığının bilincindedir. Şiirin aynı zamanda hikemi bir taraftan okura seslendiğini not edelim. Günün genç şairinde gördüğümüz geveze, kibirli söyleyişlere rastlanmaması da Karacalar’ın şiirinin hanesine artı olarak yazılabilir. Kelime oyunları ve yapay şiir algısından ve sentetik şiir tutumundan ifadelerinden doğallık, söyleyişindeki doğrudanlık ve içtenliğiyle ayrılıyor.

Hüseyin Karacalar, artık şiirlerinin kitaplaşması gereken bir şair. Çok sık yazmıyor, sözünü olgunlaştırıp bir kıvama erdirdikten sonra okurun karşısına çıkıyor. Sanırım önceki yıllardan bugüne yazdıkları bir kitap hacmine ulaşmıştır. Yukarıda izah ettiklerimiz, Karacalar’ın ilk kitabı çıktıktan sonra daha bir belirginlik kazanacaktır. Gelgitlerinin, şiirsel geriliminin dünya ile olan hususiyeti belirginlik kazanıp sözünün sahiciliği belirginleşecektir. 

Fırsat Kuponu / Hüseyin KARACALAR

I.

Bir şiire başlayacağım şu sinek rahatsız etmese 
Bir dünya kuracağım kendimin dışında bir dünya
Şu gökyüzü aklımı bir çelmese

Balkondan düşen bir mandalın ağrıyan yanlarını ovdum
Geçmedi dedim geçmedi geçmişin sancısı
Kuruttum çamaşırlarımı kuruttum anılarımı
Tutunacak bir ip arıyor boynum.

Şimdi sıyırdı perdesini gökyüzü şimdi hurmalarını döktü çöl
Sır perdesi aralandı seğirdi suyun yüzündeki öfkesi
Kum fırtınasından çıkmış gibiyim toz bulanık bir hava
Bir sandalye koymuşlar ortaya sorguluyor beni karanlık
Sormayın benimkisi
Habil ve Kabilden kalma bir dava.


II.

Yolumun üstünde durdun günlerimi çeldin yılan gibi aktın 
Toprak adem kokmuyor artık toprak terlemiyor titremiyor
Kaderin gongu çaldı yeryüzünde başladı salgın
Alerji olmuş sol tarafım sağ tarafım ise yorgun uykusuz
Biliyorum sürgündeyim cüzamlı bakıyor insanlar gözlerinden okunuyor
Tufandan önce başladı kalbimdeki yangın

Her gün zayıflıyorum her gün gözlerimin önünde
Miyobum artmış göremiyorum artık uzak geliyor ömrüm
Ayağımın altında bir yara kayıyor habire bir uçuruma
Okuduğum kitaplardan çıkardığım tek kıssadan hisse:
Toprak.
Demiş miydim daha önce
Topraktan başka bir şey öğrenmedim
Topraktan başka bir şey yaramadı işime.


III.

Ağzının ucuyla nasılsın diyor hileli
Böylesin işte iyi ki değer vermedim sana ey dünya
Bende ey demeyi severim bilirsin
Habire çekicisin habire mutlu
Fırsat kuponu da sunsan yaramaz artık işime
Elini de sıkmam senin
İyiyim demem sana hiç kimseye iyiyim demem
Çünkü iyi değilim kendimi bildim bileli.

Şimdi lunaparktan nasıl çıkarım
Bir yol var mı sevgili Mustafa Kutlu.
 

6.

Nebiye Arı’nın bu şiirini okuyunca, şiirde millet meselesi ve toplumsal tecrübe üzerine yeniden düşündüm. Nebiye Arı’nın ‘‘60’lar, 70’ler, 80’ler’’ adlı bu şiiri, siyasi geçmişi sorgulayan tarafıyla öne çıkan bir şiir. Şiirin yeni oluşunu sağlayan şey, siyasi olanı klişe duyarlığa yaslanmadan duyurmasıdır. 70’lerde birçok örneğini okuduğumuz bu tarz şiirlerde, süslemecilik ve köksüz banal bir duygululuk metnin geneline, çıkış noktasındaki temelsizlik nedeniyle hakim oluyor. Nebiye Arı’nın sözü net ve taze. Klişeye prim vermiyor. Şiirde sözün doğrudan ve net oluşu siyasi şiirin belirgin özelliklerindendir. 

Arı’nın şiirinde tartıştığı konular daha çok şu veçhede: Bir davayı yüklenmiş olanların bu gün geldiği yer, içinde yer aldığımız dünyada paranın hükümranlığı, dava erlerinin bugünkü rollerinin değişmesi, değişen dünya, devlete ve siyasi iktidara bağımlılık, geçmişe anlam vermek vs..

Siyasi geçmişi anlamlandırmaya çalışan bir özne yer alır şiirde. Peki, farkındalık düzeyi yüksek bir özne midir bu? Bunu anlamak için Arı’nın şiirindeki konuşan öznenin nereden ve kim olarak söz aldığını bilmemiz gerekiyor. Bu aynı zamanda şiirin özünün gürleşmesine sebep olabilecek bir konumlanışı ihtiva ediyor. Ayak direyen değil kafa tutan bir şiirden bahseder İsmet Özel. Şimdilik şiirin boşlukta kalan kısmı öznedeki muhalefetin yoğun bir özle biçimlenmeyişidir. Ne tavır alan bir şiirdir bu, ne de tavır koyan bir şiirdir. Bu, süreç içerisinde Arı’nın yazdığı şiirlerle netlik kazanabilecek bir değişimi imliyor. 

Milleti adına söz alan bir şiiri olumlayabiliriz. Zira bu söylediğimizin ‘etnik’ terimleriyle ifade edilebilen bir yönü yoktur, milletin dinamizmine inanmak ve kaderini milletin kaderiyle bir ve koşut görmekle alakalıdır. Sorumluluk bilinci yüksek bir şiir taraf olmayı gerektiriyor. Genç şairin ‘yeni bir denge’ adına hangi tarafta yer alacak olması, bundan sonraki yazacağı şiirlerin duyurduğuna ve söylediğine bağlıdır. Ki biz inanıyoruz ki topyekun bir örgütleniş olarak adına Dünya Sistemi dediğimiz bu mekanizmanın ‘dengesi’ ancak taraf olmakla sarsılabilir. 

Şiirde yeni, yoğun ve çarpıcı bir damar, milleti adına söz alabilme cesareti gösteren şairler eliyle gürleşiyor. Gücünü milletin dinamizminden alan bir şairin bugünün şairi olabileceğine inanıyorum. Diğer türlü, kuru bir tepkisellik ve sistem karşıtlığı varagelinde debelenip dururuz. 

Nebiye Arı’nın ‘‘60’lar 70’ler 80’ler’’ adlı şiirini, açık, seçik ve net söyleyişi, şiirde gerçeği eğip bükmeden ifade edişi, siyasi şiirin bir örneğini veriyor oluşuyla dikkate değer buluyorum. 



60’lar, 70’ler, 80’ler / Nebiye ARI

Sen daha küçüksün, olaylar büyük ve derin
nasıl da bilmiş bilmiş gezinirsin
deyince babam, irkildim biraz da diklendim
mücahit olmadan mı müteahhitliğe girmeliydim?
60′lar, 70′ler, 80′ler mücadele silsilesinin zirvesindeydiler
şimdi hepsi kendi koltuklarını imal eden birer mobilya üreticisiler
bir fabrikanın dişlileri gibi aynı şarkıyı haykırıyorlar sanki
‘gençlik heyecanı geçecek birgün
güneş gibi doğacak hakikat ve ruhlar dizisi ölgün’


ben anlamazdım
ama biraz da anlatılması zordu olaylar
bir toplama kampıydı tamamen duygusal
ve duyguları kaybolmuş bir sürü dingin
manzara güzeldi ve güzelleşirdi kravatla delikanlılar
izleri iri yüzlerinde beliren bir ölü toprağı bezgin
60′lar, 70′ler, 80′ler ve birbirini kırıp geçirenler
şimdi hepsi kırılan kalplerinin tecrübesini yüceltme evresindeler
bir tavuk kümesine tilkinin dalışındaki gibi bu film
sesleri ve gidişatı kayıp bir kümes hengamesi
beni korkutan ise uçuşan tavuk tüylerinin ağzıma girmek isteyişi idi.

Şeriat masal, komünizm ütopik, her şey biter uyan
gerçek bir para var, para var gerçekten,
lazım ama para yok, ondan bende hiç yok bilemem
anlamazdım ben işte ondan,
bana maaş bağlamamışsa tanımazdım devleti hiç yoktan
bilmezdim şarkıların mahiyeti pek derin
60′lar, 70′ler, 80′ler ve acemi erler devresi
şimdi hepsi ormanın asil kralı aslanın sıradan yemekçisi
ve seksenlerin sonunda doğanlar zümresi yani ben
ben yani belediyenin ektiği çiçekleri öfkesinden koparan
aslında biz, tecrübesiz faydasız heyecanlı gençlik nitelemesiyle hemhalız
oysa tecrübe en çok da gözlerini büyütenlerin
ya da gözlerini makam bürüyenlerin, rengarenk bir iklimin
ama biz, her iklimde toprağı elleriyle deşeleyip tohumlar bırakan
yeni bir dengeyiz.



7.

Mahmut Avcı, İstanbul Bir Nokta Dergisi’nde daha çok şiirleriyle okuru selamlayan, bu dergiyle özdeşleşmiş bir şiir işçisi. Hikmetin sessiz ikliminde teneffüs etmiş bir atmosferde olgunlaşıp kıvama eren dengeli bir şair profili çiziyor Avcı. Şiirleri lirik bir duyarlığın doğal bir uzantısı daha çok. Doğaçlama lirizm diyebiliriz yazdıklarına. Çatışmacı, cedel yüklü mısralar düşürmek yerine, hikmetin anlam evreninden seslenen iç gerilimle taçlanmış geleneksel, içrek bir algıyla yazıyor. Saçma da zırva da yok sanatında. Sessiz bir gül işçisi. Mahmut Avcı’nın İstanbul Bir Nokta dergisinin 116. sayısında yayınlanan ‘Gül Devrimi’ adlı şiiri de bunun kanıtı. Yüzümüzü ağartacak cinsten. Lirik ve etkileyici bir şiir. Metin düzleminde yalın deyişleri ve hüküm cümleleriyle dikkat çekiyor. Genel kanaat şu veçhede dile getirilir: ‘Lirik Şiir’ devrim duygusuna duyarsız ve bigânedir. İstisnai bir durum gibi gözüken bu şiirin özelliklerini tüm liriklerin dikkatle okumasında bir fayda görüyorum:

Bu şiirde lirik şiirin anlam dünyasının sınırlarından taşan bir mana ışıldar. Şiirin çerçevelendiği imgelem dünyası, inançlı bir şairi duyumsatır okura. Avcı’nın dünyasında ‘inanç’ belirleyici bir rol üstleniyor. Eylemsel bir inanç söz konusu değil yine de. Somut olarak şairin yürüdüğüne, jest ve mimiklerine tanık olmuyoruz. Şiirsel gerilim her bölümün kendi içindeki ikiliklerle bütünlüklü tutulmaya çalışılmış. Şiir 5 bölümden oluşuyor. Şiirsel duyarlıkta lirizm temel alınmış. Epiğe bakan tarafı muhtevasından geliyor. Dolukmuş bir öz parlar bu şiirden, Gül Devrimi’nden.. Uzun epiğin (kaplamlı şiir) savruk ve gevşek yapısına bu şiirde şahit olmuyoruz. Lirizmin sınırlarında devinen siyasi them’ler okura yumuşatılarak ve estetik hüküm cümleleriyle verilmiş. Siyasi them’den kastım, pastel duygulanımlarla hareket eden devrimci romantizm değildir. ‘Lirizm de siyaseti kapsar’ anlayışının somut örneğini kastediyorum. Bu şiir bunun ispatı. Siyasi şairlerin ‘her şiir siyasi şiirdir’ cümlesinin somut bir göstergesi olarak okunabilir. Buna paralel olarak Avcı’nın şiirinin somutladığı bir diğer anlayış da şu veçhede: ‘‘Devrim de aşk kadar köklü bir kavrayışla kavranıp duyumsatılabilir’’

-‘büyük felaket gülsüzlük

mısraı, yine aynı şiirde:

bıçak bilemek gibi halk işidir devrim’

mısraı, lirizmin sınırlarında durulamayacak kadar siyasidir. Etkileyici ve şairin temel kalkış noktasını belirlemek bakımından da anlamlı duruyor. 

polis evinde, ordu evinde uzadıkça ağrıyan
ağrıyan yerlerini tutup kestiğim saçtır çokça devrim’


ve,

sonsuza açılan ahlaklı bir gerilim’

mısralarını, şiirde siyasi olanı anıştırması, şairin devrimle olan bağını inanç boyutunda kurgulaması, muhalefetin özünün inanç ve imandan müteşekkil olması vb. yönleriyle güzel, anlamlı ve yerinde buldum. Siyasi eleştiri daha çok şu mısralarda yoğunlaşıyor:

Allah’ın yerine devleti olanları uyandırmaktır
Çağrıdır terzinin kumaşına devrim


Ustası Nuri Pakdil’den yansıyan inançlı bir devrim duygusudur bu. Deyim yerindeyse ‘Gül Devrimi’ siyasi lirizmin ilk ve önemli örneklerinden. Mahmut Avcı, şiirindeki bu kanalı yoklayarak siyasi olanın yoğunlukla içerildiği dolu dolu konuşan şiirlere varabilir. Gül Devrimi, epiğe evrilebilecek tıynette bir şiir. Özü gür şiirlerden..

gül devrimi / Mahmut AVCI

I.

su götürmez gül kuşandım
bir suyu sevmekten öte gitmem

taş gövdeler arasında devrim için
güllere su veriyorum 

su nasıl yeniyse
öyle eskimez gül

suyun gülü sevdiğinden beri
bir gül için bir el 

Allah’la bir başına toplu tüfekli


II.

devrim acele kaderdir trenler, tayyareler kalkar
Soluğun bir yerinde gramer tazelenir

devrimde üç silahı olmalı herkesin
sevdiğinin ağzı, gül ve su

devrim yarıda kalmaz, kazı bir nakış gibi
şiir kalır ikiye beşe ona bölünür, çoğalmak gibi

bir şarkıdır sözlerini hepimiz bilmesek de

ben inanıyorum bu üç asra yeter

III.

bir kolsuz davul, 
taşların ve dökümlerin boynu kırılsın

kuştan kalma bir uçuş derim
nevr-i fezadan bir tüy düştü

kışkırtan perisi koynuma girdi
demokratik bir oylamadır devrim

sonsuz açılan ahlaklı bir gerilim

IV. 

Allahın yerine devleti olanları uyandırmaktır
çağrıdır terzinin kumaşına devrim

silah taşırım tesellidir, kadını olmayana
ağrısı güneş görünce çağlayana

polis evinde, ordu evinde uzadıkça ağrıyan
ağrıyan yerlerini tutup kestiğin saçtır çokça devrim

ortamızdaki görünmez, eşleşme
artan ve eksilen oran, yavaş alçak

V.

-bıçak bilemek gibi halk işidir devrim

-büyük felaket gülsüzlük

-davullu sancak önde, ayağımızda kırmızı papuçlar

8.

Mustafa Burak Sezer’in aşırılaştırılmış ironisiyle dikkat çeken bu şiirini, zihni melekem el verdiği müddetçe ucu açık bir yorumlamayla serbest çağrışımlı bir okumaya tabi tutacağım. Şiirin tinsel evreni, başkalığıyla, renkliliği ve çeşitliliğiyle öne çıkıyor daha çok. Şiirin en belirgin özelliği, söyleyiş biçimi, edası ve muhatabına seslenişiyle okuyucunun intibaını yadırgayışıdır. Bu yadırgayıcılığı sağlayan şey, şiirde konuşan öznenin yabancılaşmış dünyasıdır diyebiliriz. Yabancılaşan dünya, şairin iç ben’idir burada. Şairin tinsel evrenine akan geniş ve hızlı ve yoğun atmosferiyle bir şehir yaşantısı zembereğinden boşanmış bir duyarlıkla ortaya serilir.

Coğrafyanın anlamını yitirdiği yerde başlar Sezer’in söze konu ettiğimiz bu şiiri: ‘‘içimde yavşayan bir coğrafya var’’ İletişimin bittiği yerde ‘argo’ başlıyor artık. Metnin yüzey anlamında bu yargıyı dile getirebiliriz sanırım. Şiir boyunca sevgilisine abartılı ve ironik sözlerle ve alaysılamalı bir dille konuşan öznenin, dolukluğun ve yabancılaşmanın verdiği serbest bilinçle sürekli seslendiğine müşahede ediyoruz. Tanıklığımız ilerledikçe bilincin alt katmanlarında dolaştığımıza kani oluyoruz. ‘içimden çıkarıyorum rengârenk paspaslar ayaklarınla bas diye/bir günde on beş kere sevişen adam içimden geçiyor/işsizlik gittikçe artıyor çiçeğim’ Şiirin burasında şiirsel algımıza kelimeler aracılığıyla yeni bir yol açılıyor. Bu şiirin, göndermesiyle tipik bir bilinçaltı şiiri olmadığını anlıyoruz. Toplumun popüler kültür aracılığıyla yaşadığı cinsel travmayı işsizlikle bağıntılıyor şair. ‘İşsizlik’ kavramını işaret ederek, başkalaşan iç ben’ine bir anlam veriyor böylece. Oradan dış dünyaya doğru bir çıkış yolu arayışına giriyor. Başkalaşan ve yabancılaşan iç dünya, baskısıyla, yoğunluğuyla hüzün duygusu ve aşk nesnesi karşısında da beliriyor. ‘geçiyor belli belirsiz bir burukluk bir hüzün içimden/sana gelince çoğalıyor’ İç Ben ile Dış Dünya arasında karşıtlıklar oluşturarak şirazesi bozuk bir hayat sisteminin betimlemesini yapıyor Sezer.  Üslubu buzulmuş, ilişkilerin inhirafa uğradığı bir hayatın da diyebiliriz. Yorgun işçilerin enselerini yakan ‘soğuk’ bir güneştir. İletişimin sahiciliğini yitirdiği düzenin adı Popüler Hayattır artık. İroni temelli biçimlenen şiir, karşıt ve zıt söyleyişlerden faydalanarak popüler hayata, bu hayatın nesnelerine göndermelerde bulunmayı ihmal etmez. ‘içimden ferrari geçiyor satıp bilgeleşemiyorum çiçeğim/bu şarkı içimden senin için geçiyor çıtır çıtır ye diye beni’ Yarı şaka yarı ciddi bir edayla konuşuyor bu özne, ironisinin karakterize ettiği şeyi burada arayabiliriz sanırım. Karakterize olunan burada, farklılaşan benliğini muhatabına aşırılıkla dışa vurmak, hatta yer yer artistik bir edayla bu modernize edilmiş hayatta ciddiyetin yitirildiğini alenen ilan etmek. Elbette şiir aracılığıyla. ‘içimden halkların kardeşliği geçiyor, çeto sen hala burada mısın/içimden aşk desem herkes merhaba diyor bayrak açıyor/içimden inleyen nağmeli bir çiçek geçiyor/duruyor sonra terlerini soğutuyor/o zaman aşk kalbimizde yaşar/onu suyla büyütürüz çiçeğim’. Duygunun öne çıktığı anlamıyla Lirizmi, alaysılamanın şiirsel oklarını kullanarak inhirafa uğratıyor Sezer. Şiirin arka planında duygunun sathiliğine yönelik bir isyan düşüncesi yer alır. Şiirin derin matrisi budur sezinlediğim kadarıyla. ‘ben aynada kendisini göremeyen kişiyim/ıssızlaştıkça çorak bir ülke oluyorum/içimden kendi insanlarını büyütüp öldüren lirik bir şehir geçiyor/bahçeler geçiyor bir de, çiçeksiz ve ağaçsız.’ Şairin ‘içimden geçiyor…’ dediği modern insanın ta kendisidir. Modern hayatın içinde yabancılaşmaya uğramış insanın ‘çölleşen iç dünyasının’  resmini betimler Mustafa Burak Sezer, bu anlamda bu metin duygusal çoraklaşmanın taslak metni gibidir diyebiliriz. Okuyucu bu şiiri duyumsayarak modern insanın iç evrenine pekâlâ tanıklık edebilir.  Bu mısralar da insanın derin ıssızlığının, yabancılaşmanın yoğun anlamının/anlamsızlığının çarpık bir fotoğrafı veya şenlikli bir görüntüsü biçiminde okunabilir, yarı şaka yarı ciddi deyişimiz bu yüzden. ‘ben gayri umumi bahçelerde seni sularken paslanan su bidonuyum/içimden böyle bir şarkı geçiyor, notalarını deniz rüzgârlarının çaldığı gelişigüzel isabetsiz şarkılar/kalbini ıskalıyorum çiçeğim/kalbine nişan alıyorum içimden bir ok geçiyor/Afrika geçiyor, sımsıcak çöl kumlarını kavuran kızıl güneş geçiyor/içimden sana doğru transit bir yol geçiyor/gümrüklerin kaldırıldığı/çiçeğim bütün gümrüklerin sahiplerini bir peçete gibi büzüştüren tır şoförü geçiyor içimden’ İçinin kuraklığından azade olabilmek için şairin, muhatabına mısralar aracılığıyla kanallar açtığını varsayabiliriz. Diyalog kurma derdiyle öznenin, iç evreninin ıssızlığından bir çıkış yolu bulma arayışına tanık oluyoruz.

Şiirin tinsel evreninin renklilik ve çeşitlilik arz ettiğinden bahsettik. Karmaşık nesnelerle çatılmış bu tinsel evrenin temel problemine gelebiliriz şimdi: Giderek arabeskleşen bir hayat ve insan ilişkilerine yöneltilmiş şiirsel bir eleştiridir bu. İnsanın doğrudan duygularıyla dalga geçmiyor şair, sathileşen duygularadır eleştirisi. Mizaha kayan mısralarıyla da dikkat çekiyor ayrıca. İroniden mizaha yöneldiği şu mısralar şairin espritüel tavrını fazlasıyla belli ediyor: ‘şehir hatları geçiyor radyosunda futbol haberleri dolaşan bir uçak geçiyor/kanatsız bir ufo geçiyor/içimden bir falcı geçiyor fanusunu barbarlara kaptırmış.’ Şairin ciddileştiği yer sanırım burası: ‘içimden çiçekleri sonradan tanımış çekingen bir çocuk geçiyor/burada çekimser kalıyorum çiçeğim’

Hakikaten ilginç, ilginç olduğu kadar kendini okutan bir şiir.  Ancak şiirin yapısıyla bütünlüklü bir şiir olduğunu söyleyemeyiz. Karmaşık bir iç evren ve bu evrenin duygusal ve ussal bir denetime tabi tutulmadan bilinçsiz bir iç dökümü yansıtılmış metne. Asık suratlı, karanlık şiirler beklemiyoruz elbette Sezer’den. Duygularını zapturapt altına alarak eleştirisini düşünsel bir özle biçimleyebilirse akılda kalan sarsıcı şiirlere ulaşabilir. Mustafa Burak Sezer, sağ gösterip sol vuran şairlerden, ironisi ve eleştirisi artistik bir eda taşıyor. Takibe değer bir şair.

9.

Genç şair Emrah Tahiroğlu’nun Aşkar Edebiyat Dergisinin 22. Sayısında yayınlanan Peşimden Gelmiyor Kimse adlı şiirini, etkilenmelerine açık yönleriyle bir kez daha okudum. Tahiroğlu’nun bu şiirinin, İsmet Özel Şiirinin patetik tarafından beslenen, hız ve şaşırtıya dayalı, zaman algısı üzerine kurulu, benliğin çevresinde dolaşan bir şiir olduğunu söyleyebiliriz.  ‘‘kaşları alınmış bir çılgınlık oluyorum ya da sarı / ya da ağaçlar erken öldürecek meyvesini burada / kibar değilim taşra da…’’  veya  ‘‘hışırdadım ışıksız yerlere / öyle yağma ve talan çılgın bir gökyüzüne / oturdum ellerine şehrin / bir adam yine yürüdü, ne mi yürüdü / geçilmesi zor bir yokuşu’’. Açıkçası Canım Berbat,  benlikçi bir şiir midir peki? Bunun için önyargılarla hareket etmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Biraz açalım. Tahiroğlu’nun başlangıç ve yürüdüğü güzergâh üzerine çıkışsız bir zeminde yol aldığını söyleyemeyiz. Aşağıda da açıkladığımız üzere bu şiirdeki şairin dünyasının, metin üzerinde ifadesini bulan kelimeler ve şiirsel algısıyla bazen mutlu bazense mutsuz öğelerle bezeli çeşitlilik göstermeye aday bir dünya sunduğunu söylemek gerekiyor. Genç şairin dünyasını kısmen de olsa betimleyerek açımlayalım öyleyse. 

     Kara benlikçi şiirler, tümüyle kötücül, habis bir dünyadan seslenirler okura. Söz konusu şiirler, şairin dünyasının mutsuz ve karanlık öğelerle bezeli çıkışsız bir zemin üzerinde yükseliyor oluşu nedeniyle okuyucuya,  kapalı, girift ve soyut bir içerik aktarırlar. Hatta bu şiirlerin, atmosfer itibariyle zamansız ve mekânsız olması dolayısıyla hareketin dışlandığı inorganik imgelem evreni olan, benliğin varageline takılı şiirler olduğunu –titiz uyarımızı da mahfuz tutarak- ifade etmek gerekiyor. Peşimden Gelmiyor Kimse, duygusal akarı olan, duygu kanalında akan bir şiir. Tahiroğlu, duygularına dolayısıyla varoluşuna hareket kabiliyeti yükleme çabası ile tebarüz ediyor bu şiirde. Şairin hareket etme isteğinin somut bir davranış biçimini aldığını söyleyemeyiz yine de. Oysa şiir son derece somut bir davranış biçimiyle belirginlik kazanan bir etkinlik alanıdır. Tahiroğlu genç bir şair ve şiirinin içerdiği dünya ile somut ve çeşitli dünyalar sunmaya aday bir şair.

Duygusal bir damarı olan genç bir şairin dünyasının çeşitlilik göstermeye yönelik oluşunu, bu şiirin zemini üzerinden konuşacak olursak İsmet Özel’in patetik yönünden besleniyor olmasına bağlıyorum. Peşimden Gelmiyor Kimse şiirinde şairi, duyularına dış dünyadan edindiği izlenimlerle bir çeşitlilik, hız ve hareket katma çabasıyla koşut çoğalma isteği içinde buluyoruz.  Şiirin ilk mısraının, ‘‘yaşım hızlanıyor hızlanmıyor banka kuyrukları’’  ile başlayan 1. Bölümü, lirik söyleyişin özgünlüğü ile algımızı tetikliyor. Burada lirik söyleyiş içe kapalı bir algıyla biçimlenmiyor, iç’ten dış’a doğru bir yönelim söz konusu. Olumlu-olumsuz iki fiilin aynı mısrada ve birbirine tezat teşkil eden bir söyleyişle sunumu, algımızda bir gerilim duygusu oluşturuyor. Şair, zıt filleri kullanarak dış dünya ile olan kısmi bağını koruma çabası içinde.

‘‘yaşım hızlanıyor hızlanmıyor haber kanalları’’ veya ‘‘yaşım hızlanıyor hızlanmıyor deri işçileri’’ mısraları şiirsel algının içrek bir zeminde işlemediğini gösteriyor. Olumsuz-olumsuz fiiller kullanılarak söyleyişte bir özgünlük de sağlanmış oluyor. Lirik söyleyiş bu bölümde daha çok şu iki mısra üzerinde beliriyor: ‘‘incinmek oluyor serçeler göçmen değil / bir babanın su sızdıran paltosuna sığınıyor’’. Serçelerin ‘göçmen’ olmayışını, beylik ve klişe bir dünyadan seslenmeyişine bağlıyoruz. Serçelerin ‘göçmen’ olması durumunda algımız 30’ların dünyasına ve Hece duyarlığına yönelecekti. Buradan şiirsel ifade, lirik bir söyleyişle de klişe kırıcı bir işlev yüklenebilir, sonucuna varabiliriz. ‘ışığım kısılıyor yorgunum’ mısraını, şairin dünyasının, reel dünyadan olumsuz izlenimler alıyor olması dolayısıyla mutsuz öğelerin baskın çıkışı olarak okuyabiliriz.  Ancak burada tümüyle mutsuz bir dünyadan bahsedemeyiz. ‘‘oysa sadece rüzgâr geçiyor: işte kardeşim!’’ Şairin dünyasının bütünüyle mutsuz öğelerle bezeli olmayışı, şairin hayret etme duygusu dolayısıyladır. Şiirin ilerleyen bölümlerinde konuşan kişinin, bazen bir çığlık biçiminde seslendiğini bazense bir tazelik iştiyakında olduğunu görüyoruz. ‘‘bağırıyorum olgun bir susmayı çekinerek / izi kalıyor ince kirazların öfkemizde’’.  Ya da ‘‘henüz biliniyor susmanın bir kan ihtiyacı olduğu’’ mısraları bu duruma örneklik olarak gösterilebilir.  Şiirin son bölümünde yer alan ‘‘eğiliyorum solan yerlerime şimdi / günün son rahlesinden güç alarak / ellerimi uzatıyorum cami çeşmesine’’ mısralarını, şiirde konuşan kişinin duygulanımlarından güç ve kuvvet almaya ve benliğine dinçlik telkin etmeye çalışması biçiminde okumak mümkün. Buna paralel olarak mutlu olma isteğinde olduğunu, bütünüyle habis ve kötücül, kara benlikçi bir şiir dünyası içermediğini ifade edebiliriz.

    Emrah Tahiroğlu, şiirinin içinde bulunduğu kompleks durumu göz önünde bulundurarak, şu mısralar üzerinden ifadeye yönelik bazı girişimlerde bulunabilir: ‘‘mora çalıyor yasak meyvesini kadının / kadın sarışın bir göz ucuyla / delice bağırıyor olgun bir kavgayı’’ Bu mısralarda sıfatlar, belirsizliği artıran işlevleriyle öne çıkıyor. Şiirin geneline yayılmış olan belirsiz ve flu bir atmosfer, şiirsel özün seçiklikle belirmesine engel teşkil ediyor. Şiirsel özün gürlükle açığa çıkmasına bir kanal açmak için sıfatları mümkün mertebe az kullanmak gerekiyor şiirde. 

     Tahiroğlu, duygularına gömülmüş bir tutum içinde değil. İfade etmeye çalıştığımız üzere, şiirsel benliğini dışa açık tutarak bugünün şiirini temsil eden nabızlı şiirler yazabilir. Canından taşarak topluluğun ruhuna yönelebilir, topluluğun nabız vuruşlarına duyarlı mücadele eksenli şiirler pekâlâ yazabilir. Emrah Tahiroğlu, bundan sonraki yazacağı şiirlerde, benliğini dışa doğru genişleterek somut ifade ve doğrudan söyleyiş üzerine kurulu, toplum gerçeklerine yönelen, benliğinin kısmi karanlığından tümüyle sıyrılarak halkın yaşayışı üzerine seçik ve açık anlatımlı bir şiirin, bugünün ihtiyacı olan bu şiirin mümkünleri üzerine şiirsel deneyimini taçlandırabilir.

Peşimden Gelmiyor Kimse / Emrah TAHİROĞLU

yaşım hızlanıyor hızlanmıyor banka kuyrukları

emekliler emeksizler sigorta işçileri

hızlanmıyor çayları müşteri hizmetlerinin

pencerenin yan komşuya değişi zaman alıyor

incinmek oluyor çocuklar kaçmak değil

belki de sığınmak paltosu elli.doksan babalara

yaşım hızlanıyor hızlanmıyor bilet kuyrukları

hızlanmıyor öpülmeyen yerleri uzaklığın

en güzel yemeklerin gölgesi demir

memurun ışığı kısık, kırışık çeketi hep

mesai saatleri uzamasın diyedir

hep gözlerini kaçırıp baktığı saate

yaşım hızlanıyor hızlanmıyor haber kanalları

tren kalkıyor hızlanmıyor kıyıdaki adamlar

suskunluğu kaçırılıyor istasyon şefinin, düşüyor

oysa düşmek yasaklanmışken artık burada

başka bir düşmek nasıl koşabilir kıyılarda

ya da başka bir düşmek ağır sırtımda niçin

yaşım hızlanıyor hızlanmıyor cam kenarı

kravatım gevşiyor susuyor işçi sınıfı

arasında kaldım onların aslında hep arasında

durup kanser olduğumu onlara

tam da itiraf edecekken o sıra

şapkalı bir harf konuyor ağzıma

birinci cihan harbinden uzana gelen bir harf

susmanın bir kan ihtiyacı olduğunu

yeniden hatırlatıyor kalabalığa

ve tren gittikçe hızlanıyor

kızıla çalıyor

tünele yaklaşmazdan önce bir adam

aykırı yerinden uzanarak

mora çalıyor yasak meyvesini kadının

kadın hırçın bir göz ucuyla yalınayak

çağırıyor olgun bir kavgayı yakına

her şey mavi damar peşinde

tutulası mızrak sivriliğinde her şey

bağırıyorum olgun bir susmayı çekinerek

öfkemizde ince kirazların izi

aşağıya deviriyor günü en aşırıya

henüz biliniyor susmanın bir kan ihtiyacı olduğu

beynimde kesilen her söz vaktinde

tren yavaşlıyor hızlanmıyor silahta mermi

talim yok nöbet yok çarşı izni var askere

bu Anadolu oğlanları terli pazar, hızlanmıyor aşkları

çakıyla yontulmuş bir dağ abanıyor kaslarına

iniyorum çabucak atıyorum kendimi uzağına

kaşları alınmış bir çılgınlık oluyorum ya da sarı

ya da ağaçlar erken öldürecek meyvesini

kibar değilim taşra da…

karıştım ışıksız yerlere

öyle yağma ve talan çılgın bir gökyüzüne

oturdum ellerine şehrin

bir adam yine yürüdü, ne mi yürüdü

geçilmesi zor bir yokuşu

mevsimleri çarşıları kızlık baharları

yürüdü ve astı elbiselerini kırpışarak

ödenmesi zor kiraların üstüne

akşam oluyor kendimi üzüyorum

gecikmiş kravatımı bağlıyorum denize karşı

ışığım kısılıyor yorgunum çok

kardeşim gibi bakıyorum yorgunluğuma

bıçakların zor bilendiği balkonlardan

kolayca batırılıyor boynuma lori

akşam çürüyor kendimi dışlıyorum

değil mi ki en çok akşamları çürüyoruz

değil mi ki kusuyorum geceleri yalnız.

yaşım hızlanıyor buna kararlı

aşırı tren hızında buharlı camlarda

boynuz darbelerinden doru bir ölüme

durgun bir göl eşliğiyle kararlı

eğiliyorum solan yerlerime şimdi

günün son rahlesinden güç alarak

ellerimi uzatıyorum cami çeşmesine

kıblem doğru narım ufak

kızlar örtü öpmek yasak! 

10.

Şiirde içi oyuk ve boş, içeriksiz olarak nitelendirilen gündelik hayata yöneltilen eleştirel ve ironik cümleler, köklü ve ruhu olan derin bir algıya, bir kavrayış ve yaşayış biçimine işaret ediyor ise bir değer ve anlam ifade eder. Enes Malikoğlu’nun ‘‘bit yeniği’’ şiiri (Tasfiye, 43) tutukluk yapmış bir silahın tereddüt ederkenki halin dışavurumu gibi. Tutukluk yapan elbette şairin hayatı değil, şiirin söylemi ve nesnesine yönelttiği ifade biçimleri. 

Şiirde ifadenin derinliği, derin bir kök algının, bir duyarlık biçiminin metne yansıtılıp müşahhas kılınmasıyla elde edilir. Seçik ve tetikte bir bilinç bu algının işletilip genişletilmesinde belirleyici rol oynar. Şiir çünkü doğallıkla dışavurulup algının derinliğini işaret etmesi, özü-kaynağı-ruhu telkin etmesiyle veya apaçık gerçeği asli olanla kök bağını kurarak seçiklikle dile getirmesiyle bir varlık biçimine kavuşur. Gündelik hayatın içi oyuk yanlarına doğrultulmuş bir silah olarak bu şiiri önemseyebiliriz. Şairin şiir boyunca ironik tespitleri de bunu destekliyor zaten. 

Şiir açık açık, sizin şişirilmiş hayatlarınızın içi kof ve derinliksiz diyor. Aldığınız riskler de cabası. Ölüm tek gerçek: ‘‘herkes bir gün infilak edecek’’. Bu durumda Modern şehirli insanın sözleri de fazlasıyla yüzeysel. Şairin gözünde, şiirinin başına aldığı, köksüz insana, şehir yaşamına ait bu ifade kalıpları bu noktai nazarda muteber de değil: ‘‘kendimi intihar edeceğim, lütfen!’’. Şair bununla ve bu şiirle modern insanın yaşam biçiminin ikiyüzlü bir karakter taşıdığını anlatmak, kötülük tablosu (‘‘banka soymak farz-ı kifayedir bunu biliyorum’’) sunarak aktarmak istiyor. Bir gün bu şişirilmiş hayatlar bir toplu iğne darbesiyle patlayıp sönecek pörsüyecek. Ama işte bu kadar! Burada, sahicilikten yoksun gündelik yaşam formlarına getirilmiş ciddi ve derin bir eleştiri yok. ‘‘İnecek var düğmeye basar mısın?’’ ifadesi ve genel olarak bu şiir, kötülüğe, köksüzlüğe, ikiyüzlülüğe, sathiliğe yapılan vurgunun yanında bununla paralel köklü, derin ve bir ruhu olan yaşayış biçimlerine işaret etmiyor. Şairin buradaki eleştirisi anlık etkiler ve ironik deyişlerle sınırlı kalıyor. 

Şiirin ifade kalıplarına gelince; bu iki bölümlük şiirde yine de mısraın tam anlamıyla hakkını verdiğini söyleyemeyiz Malikoğlu’nun. Şiir, deklanşöre basılıp patlayan ışıklar gibi okur üzerinde kısa süreli etkiler bırakıyor. Ama o kadar. Sınırlı eleştirisiyle sağ gösterip sol vuruyor ancak etkisi uzun sürmüyor. ‘‘cinayet için delil toplayacağım kırlardan’’ mısraı, içinde belli bir ‘şiiriyet’ taşıması, etkili bir deyiş ve orijinalite içermesiyle özgün bir ifade olarak okunabilir. Bu mısra üzerinden ve bu mısraın açtığı güzergâhta Malikoğlu, yolunu genişletip boyutlandırabilirse nevi şahsına münhasır bir şiir evreni kurabilir. 

Buysa şiirin taşıdığı duyuş zenginliği yanında gündelik hayatın ‘biçimsiz kalıbı’na köklü ve derin bir eleştiri getirmekle mümkündür. 

Enes Malikoğlu’nun yazdığı şiirlerin, görebildiğim ve okuyabildiğim kadarıyla, derinleşmeye ihtiyacı var. Şairin değindiğimiz bu şiiri, bu derinleşme ihtiyacının ilk habercisi, bir başlangıç, kısık da olsa işitilebilen bir ayak sesi.. Malikoğlu’nun ironisini benimseyip içselleştirebilmemiz için bu zorunluluğun gerek şart olduğunu düşünüyorum. 

bit yeniği / Enes Malikoğlu

-‘‘İnecek var düğmeye basar mısın?
-kendimi intihar edeceğim, lütfen!
-hayır, sen beni kovamazsın; ben istifa ediyorum’’ 

Yaşamak burada menfur bir saldırı
ekmek parası, geçer not, kıl payı…
herkes bir gün infilak edecek
elinde patlayacak hayat
renkli balonlar gibi bir toplu iğnelik can!
Bir başkasının bir başkasından olan oğlunun
üçüncü arabasını [Audi TT] alabilmesi için
Kozlu’da metan gazından gebermek, nalları dikmek…
That’s simple!

Tutukluluk halimin devamına karar veriyorum
cinayet için delil toplayacağım kırlardan
sadece cumalara gitsem de (dönücem)
banka soymak farz-ı kifayedir bunu biliyorum
kinler geldi kinler geçti. Affettik günahları biz
kul haklarını öşürleri falan. Unutup her şeyi
oğlanı-kızı everip balonu patlatmak asıl gayemiz
bir toplu iğne darbesiyle

Bu kadar!

11.

Elif Sezen, ‘‘Lapis Lazuli Mavisi Kadınlar’’ adlı şiirini [Rosetta Litaratura, s.1] sessizliklerle, boşluklarla örmüş. Hareketsiz bir deniz yüzeyinde konuşlanmış, orada kalakalmış şiir kişisinin konuşmadığı durgun bir izlenim ediniyorsunuz şiirden. Şiirde tematize edilen ‘acı’ izleği, şiir karakteri ya da anlatıcı dediğimiz kişi, savunulabilir bir söze, bir iddiaya sahip olmadığı için arka planda, silik bir durumda, durağan yapısıyla kalmış. Bir misal vererek sözümüzü somut kılalım:

Dantel dantel ören boşluğu

bir bir açtıkça yaralarını

yaralar…

şeker pembesi

-sobelenmiş!

pek konuşkan

pek kansız…

küçük iskender ‘‘Lila’’ şiiriyle [Rosetta, s.1] yer almış dergide. Tipik bir küçük iskender Şiiri. Ezoterik bir atmosfer. Masalsı motifler. Metaforik deyişler. Çarpıcı bir dil.  Ama daha çok masalsı motiflerle örgülenmiş bir şiir Lila. Masalın evrenine ilişkin metaforların imgeci bir bakışla işlendiğini görüyoruz. Estetik lirizme ait bir algıyla şekillendirmiş şiirini İskender. İmgeci tarafı ağır basan yönleriyle-hemen her şiirinde olduğu gibi- Lila şiirinde de duygulanımlarını estetize etmeyi, imgeleştirmeyi öne almayı tercih ediyor. İdealizasyon sanırım bu şiirin en çetin açmazlarından. Aşırı idealleştirilmiş bir ‘sen’ olduğu için ‘ben’in, burada anlatıcı kişinin, ifade etmek istediği söze ait unsurlar belirsizlikle aktarılmış. Soyut, flu, sisli bir atmosfer. Lila’da konuşan kişinin sözünü seçiklikle dile getirdiğine tanık olmuyoruz, imgeci tutum bunda en büyük engel. Şiirde erotik unsurları dozunda verememeyi de kapsıyor bu aşırılık aynı zamanda. Şairin duygularına fazlasıyla abanması- imgeleştirme yeteneği de varsa- sözünün dipte bir yerde, çökelti halinde kalmasına neden oluyor. Tek başına işçilik ve imge dili oluşturma da şiiri kurtarmaya yetmiyor. Bir misalle sözümüze açıklık getirelim:

kaç şüpheye ikram edilerek üzüldüm üzüldüm

mü ay erir de akardı dünyaya tutunup,

karnı doyan cin artık çocuklara masal okurdu.

karnı doyan cin artık çocuklara engel olurdu.’

ve eğer

leylakların işine son veriyorsa aşk

taklitlerinden sakının diye!

mesela o limanın canlı hikaye sarrafı

mesela o belli belirsiz himaye

mesela gözlerine kurşun gibi sürüklenen bordo

o ikiz kardeşim ölümsüzlük

ve nükseden ormanlarım

ve o nükseden ormanlarımda bir davetsiz biçakmışcasına

beden denilen kınından çekilip hayatına saplanan ruhum

ROSETTA LİTERATURA, yeni çıkmaya başlamış uluslar arası karşılaştırmalı edebiyat dergisi. Mesut Şenol’un Genel Yayın Yönetmenliğinde, Doğan Hızlan ve Talat S. Halman’ın da destek verdiği çok boyutlu bir yayın. Artshop Yayıncılık adına Şenay Varlıoğlu Akdamar ve Vedat Akdamar Rosetta’nın yayınlanmasına öncülük ediyorlar. Farklı dillerden şiir çevirileri, çözümlemeler ve edebiyat metinlerinin yer aldığı dergide savunulan temel anlayış; diller arası bir kültür ve edebiyat köprüsü kurmak, dünya dillerine halkları esas alarak konuşulabilir bir vasıf kazandırmak, edebiyat piyasasındaki kastlaşmanın bir alternatifi olmak, karşılaştırmalı edebi metinlere ağırlık vermek, ‘her yerde edebiyat’ ve ‘edebiyat eşittir yaşam’ ve benzeri anlayışları kendine kılavuz edinmiş bir kültür ve edebiyat yayını, uluslar arası karşılaştırmalı bir edebiyat dergisi Rosetta.

Rosetta, edebiyat piyasasındaki kastlaşmanın bir alternatifi olarak belirmiyor henüz ilk sayısıyla, bunun işaretlerini vermiyor. Edebiyatta kast sisteminin katalizörlerinden biri de küçük iskender mesela. Başından beri zaten iskender, piyasanın ön ve genel kabullerine göre metinler üretiyor, piyasaya sunuyor. Bize sorarsanız merkeze alternatif olabilecek şairlerin ve hikâye yazarlarının metinleri Rosetta’da boy göstermeliydi. Bu ve benzeri şairlerin boyunu posunu biliyoruz zaten. Yekta Kopan başlı başına kast sisteminin öncülüğünü temsil eder. Bu şair ve yazarlar zaten suyun başındalar, Rosetta ara sokaklara da girmeli, halkların dilinin önemine inanıyorsa ara-arka sokakların dilini de dergiye taşımalı, kast sisteminin işleyişini sarsacak metinler üretmeli, o metinlerin çeviri yoluyla görünürlük kazanmasını sağlamalı. küçük iskender’in ve Yekta Kopan’ın görünmeye ihtiyacı yok, kast sisteminde yerleri hazır ve nazır bu yazarların. Halkların ısrarla gözlerden uzak tutulan, uzak tutulmaya çalışılan, üzeri örtülen dilini Dünya Dillerine kazandırmalı, kazandıracaksa. Medyatik figürlerle bu örtük dile-dillere konuşulabilir bir vasıf kazandıramazsınız. Sokağa inmelisiniz, çeviriye-tercümeye sokaktan başlamalısınız, mesela Libya sokaklarından, mesela Tunus’tan, Harlem’den, Gazze’den başlamalısınız. Amiri Baraka [Emir Bereket] size fazlasıyla zengin bir içerik sunacaktır, Afrika Zenci Şiirini de önerebiliriz, isyanın ve kemiğin şiiri, kemik seslerinin, Jazz’ın, kaosun ve çatışmanın şiiri.

Rosetta’nın bundan sonraki yayınlarını izleyip göreceğiz. Rosetta bir kültür köprüsü olabilecek mi, bunu zaman gösterecek. Umarız zaman bizi yanıltır. Ve Rosetta, zulme uğramış halklar arası bir fikr-i teati, bir çeviri köprüsü olur.

12.

Yeni dergiler üzerine yazı yazmak, yol-yordam-yön bulmalarına ön ayak olma yanında, görev ve sorumluluk bilinciyle başlı başına sınırlarından taşan bir ‘edebiyat heyecanı’ duymayı ve duyargalarında taşımayı gerektiriyor. Çıkan her yeni dergi yeni bir heyecan demektir zaten. Safdilce bir heyecan değil bu, ne de bönlük ve budalalıkla bir alakası var. Türk Edebiyatında Yeni Eleştirinin kurucu isimlerinden Hüseyin Cöntürk’ün hafsalasında taşıdığı anlamıyla bir edebiyat heyecanından bahsediyorum. Duygulanımsal, öznel, soyut cümlelerin eleştiri sayıldığı bir dönemde Hüseyin Cöntürk, nesnel, bilimsel, yeni bir eleştirinin Türk Edebiyatında tesisi için köklü bir edebiyat heyecanını sahiplenir. Bunun için de etrafındaki genç yeni eleştirmenler kuşağına ‘Ne yapmalıyız?’ sorusunun cevabını bulmak adına yeni eleştirel görevler, sorumluluklar yükler. Cöntürk, bugünün edebiyat ortamı için de geçerli olabilecek ‘Edebiyat Heyecanı’ adlı yazısında (Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, 2006) bakın bize ne söyler:

‘‘Bana öyle geliyor ki bugün edebiyatımızın en büyük eksiği ‘‘heyecan’’dır. Ve yaygın, yoğun bir heyecanla ancak, edebiyatımız ‘‘yeniden kurulabilecektir.’’

Gecenin ilerleyen bir zamanını gösteren bir an’ında Cöntürk’ün iki ciltlik eleştirel toplamına bakıp yeniden okuduğumda orada bizatihi işe koşulmuş büyük ve kurucu bir heyecan gördüm. Günü gününe, edebiyatın/eleştirinin sorunlarına ilişkin yazılmış dergi yazıları, incelemeler, denemeler, eleştirel metinler, çözümlemeler, şairler sözlüğü, ‘dergilerde’ yazıları, Turgut Uyar incelemesi, Tavır Yazıları, Ataç-Bezirci üzerine ve daha birçok titiz-ince tespitler halinde bir araya getirilmiş zengin eleştiri hazinesi, Hüseyin Cöntürk’ün taşıdığı muazzam heyecanın somut göstergeleri durumundalar.

Bugünün sessiz, boşluksu, ölü doğalı edebiyat ortamı için birebir ilaçtır Cöntürk ve eleştirel toplamı. Şunu söylemekten kendimizi alamıyoruz: Biz ne gördükse Cöntürk’ten gördük. Ne yaptı isek ve ne yapıyorsak Cöntürk’ün mührünü taşır. Ve Cöntürk başlı başına teknik bir tesisatçıdır. Obskürantistler ısrarla Cöntürk’ün ismini anmazlar ve karartma yaşatırlar eserler toplamına.

Cöntürk’ün ‘Dergilerde’ yazıları yazara olan imrenişimi ve özenişimi katmerlendiriyor. Ben de çoğun internette, kısmen de dergi sayfalarında Cöntürk tipi bir eleştiri tarzını kendimden de bir şey katarak somutlama yoluna gidiyorum epey zamandır. Poetik Haber blog halinde iken ve bu sitede ‘‘Dergilerde Şiir’’ adıyla yeni çıkan veya çıkmakta olan dergiler üzerine, dergideki bir veya birkaç şiiri ele alarak değinilerde bulunuyor, tespitler yazıyorum. Önemli olan Cöntürk’te kalmamak tabi, Cöntürk’ün üzerine yenilerini koymaktır. Buysa zaman ve süreç içersinde somutlanacak sıkı bir çalışmayı gerektiriyor. Zamanımız ve gücümüz el verdiği müddetçe bu çalışmaları müşahhas hale getireceğiz.

Dergimiz edebiyat-kültür-sanat dergisi Fundamenta.  Dergide bahse değer gördüğüm üç şiir var şimdilik. Bu üç şiire dair şunlar ifade edilebilir:

Ahmet Musab’ın ‘‘Sevdamdan’’ şiiri, lirik-romantik özellikleriyle kayda geçiyor. Şiirden doğru şairin dünyasına baktığımızda oldukça karanlık ve isyanla ıralı bir dünya bu. Şairin isyanı benliğinde başlayıp benliğinde bitiyor. Yankısı kendinde kalan yine de sınırlı bir dünya. Çünkü şiirsel malzemesini soyutun alanında işletime sokuyor Musab. Somutun katı, sert zemininde neşvünema bulan bir şiir diyemeyiz okuduğumuz bu şiire. Henüz somutun gerçekliği ilgi alanında değil şairin. Duygulanımları fazlasıyla dağınık. Dağınık duygularını derleyip toparlaması gerekiyor öncelikle. Bütünlüklü, oturmuş, yerli yerinde, ayaklarını yere sağlamca basan şiirler yazabilmesi için Musab’ın şiirinin sıhhati adına bunu gerekli görüyoruz. Buraya yazdıklarımız, bugünün genç şairinde gözlemlediğimiz şiir durum tespitleri olarak da okunabilir pekâlâ. Bugünün şairini tahayyülün boşluksu dünyasında dolaşmak da şiirde bütünlük fikrinden uzaklaştırıyor. Tahayyülün evreni, klişe duyarlığa hemen her zaman kapı aralar. Ahmet Musab, muhayyilenin tehlikelerine karşı uyanık olmalı, şiirini alabildiğine somutun alanında çalışarak kurmalı.

Şiirden bir kesitle söylediklerimizi somut kılalım:

Bilmem kaçıncı geceyi diş ağrısıyla geçirmiştim

Günahlarımı yakıyor belki kanım

Günahlarım, mermi gibi düşüyor çocuğun yüreğine

Sessiz sedasız karışıyorum karanlığa.

Candan seviyorum ki -hayaller hep bu kapıdan giriyor-

Hep bu kapıdan kaçıyor lisedeki kızlar erkek arkadaşlarına’

Musab’ın şiirde yoğunlaşma yeteneğine sahip olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bir şair karakterine, şiirsel bir tabiata epey yakınlık gösteriyor bu şiirde. Burada önemli olan özverili bir işçilikle bu karaktere işlerlik kazandırmak.

‘‘Sonra Gelen’’, Musab’ın dergide yer alan bir diğer şiiri.  Boğuk bir benlik burada da kendini gösteriyor.

Öyle düşünüyorum ki

Karanlığın yetmediğini görüyorum

‘‘Sonra Gelen’’, boğuntu sonrası parlayan bir ışık ve ışıldayan bir güneş değil, karanlığın benlikte süreklice devam etmesi. İşaret ettiğimiz şu sözcükler, şairin dünyasını açıklar mahiyettedir: ‘Karanlık’, ‘ıslık’, ‘şeytan’, ‘ölüm’, ‘hiçlik’, ‘endişe’, ‘kırgınlık’, ‘korku’, ‘tılsım’, ‘çöl’, ‘azrail’ vd.

Musab’ın şiirinin güneşli, kalabalık bir cadde görmesi gerekiyor. Gürültülü, cıvıl cıvıl, renkli bir kalabalık.

Fatih Karabulut, ‘‘Bir Ses Vermeli’’ şiiriyle okura vicdan çağrısı yapıyor. ‘Ne yapılabilir?’ sorusunun cevabını arıyor bir bakıma. Ama yeterli değil. Neden yeterli değil, açıklayalım.

Bir ‘yürek şiiri’ yazmak, elbette ‘kanamalı bir duyarlık’ için kaçınılmaz bir hâl alabilir. Ama şiir sanatının gereçleriyle zenginleştirilmiş bir biçimde sunulursa daha etkili olur kanaatindeyim. Yalnızca duyarlı olmak yeterli ve işimize yarayan bir donanım değildir. Bu duyarlığın şiirin malzemeleriyle, ‘malzemelerin ruhu’yla etkin bir işçilik ve çalışma olarak işletime sokulması gerekiyor. Duygularımızı hemen metne yansıtmak yerine, duyarlık-sözcük, öz-yapı bileşkesinden etkili formlar oluşturmalıyız. Taşıdığımız duyarlığı sözcüklerle nasıl daha etkili aktarabiliriz’in cevabını aramalıyız öncelikle. Şiirimizin gücünü ‘realite fikri’nden sağlayabilir, ‘gerçek bilinci’yle mücehhez olursak bütünleşik yapıda etkili şiirler yazabiliriz. Şiirimizi kelime süngüleriyle fişeklendirmeli ki ancak o zaman yoğun duyarlıklı, yüksek sesle okunabilen bir ‘şiir doluluğu’na ulaşabilelim. Bunun için de yazdığımız şiirlerin hem bugünün duyarlığına hitap etmesi, hem de zamanın ruhunu taşıması gerekiyorsa, dünden bize miras kalan şiirin, İkinci Yeninin caddelerinde, sokaklarında gezip yağmurunda şemsiyesiz ıslanmayı göze almalıyız, diye düşünüyorum.

Fundamenta’ya ilişkin taşıdığımız düşünceleri de kısaca verelim ki ‘bilgiç’ bir yazar değil, niteliği gözettiğimiz anlaşılsın:

Deneme ağırlıklı bir dergi Fundamenta. Sanırım yazınımızda denemeye Fundamenta dergisi kadar hatırı sayılır bir yer ayıran başka bir dergi yok. Birçok dergi, akademik metinlerin devasa ağırlığı ve egemenliği altında yayın yapıyor. Fundamenta’nın bu önceliğini önemsiyorum. Buradan yazınımızda yeni bir denemeciler kuşağı yetişebilir. Zamana, değişime, sisteme, kâinat algısına dair denemeler. Ezberlenmiş kanaatlere, kanıksanmış duygu ve düşüncelere ters bakan yazılar. Denemelerinin çerçevesini ‘Memleket Meseleleri’yle de zenginleştirebilirlerse Türk Edebiyatı adına bunu kazanç telakki ederiz. Zira görsel kalitesiyle de tartışılmaz olan Fundamenta şimdiden bunun işaretlerini veriyor bile. ‘Açılın Yapıtlar…’

13.

Özcan Ünlü, ‘Ben Meseli’ adını verdiği seri şiirlerin 12.’sini şiirliyor İstanbul Bir Nokta’da. Son derece yalın ve pürüzsüz deyişlerle kotarılmış çocukluk evrenine dair lirik duyarlıklı ‘güzel’ şiirler yazıyor Ünlü. Güzel, okurun imgelemine estetik haz katmakla birlikte kekre bir tat da bırakıyor. Hüzünlü bir tat. Ünlü, kişisel otobiyografisinin lirik dökümünü yapıyor Ben Meseli Şiirlerinde. Üzünç, hüzün, aşk ve kederle dokunmuş bir kişisel duygu atlası bu. Zorlama/zoraki deyişlerden arındırılmış, melankolisiyle duygusal etkiler bırakan, şiirsel duyarlığını kedere aşina kılan bir şiir. ‘Ben Meseli-12’nin öne çıkan özellikleri: Kırıklı bir hüzün, kendiliğindenlik, doğallık ve çocukluk izleği.

ben kimim anne

sen güneşsin oğlum

peki sen kimsin anne

güneşin annesi’

‘bir çiçeğe doğru yürüyordum’

‘yüzüm yok

eski bir minyatürde gibi oturuyorum’ 

İbrahim Eryiğit, ‘Esmaül Hüsna/Er-Rahman’ adlı şiiriyle yer alıyor İstanbul Bir Nokta’da. Öncesinde ‘Hurûfât’ adını verdiği Kur’an Alfabesini temel alan bir çalışmasını okumuştuk Eryiğit’in. Hurûfât’ı Kur’an’ın her bir alfabesinin şiirsel tabiatını ortaya koyan özgün bir çalışma olarak okuduk. Hurûfât’ta özgünlüğü sağlayan şey, harfin arkeolojik şiirsel kalıbıyla birlikte bu biçimin şairin zihninde aldığı şekildi. Her harf aynı zamanda berisinde bir kültür ve medeniyet ağıntısıyla yansıyordu okurun zihnine. Hurûfât’ta işleyen zihin geleneksel zihindi. Nitekim aynı zihniyet kalıbı, Eryiğit’in Esmaül Hüsna adını verdiği bu şiirde de biçimleniyor. Tüm bu şiirlerde müslümanca bir duyarlığın harf harf kelime kelime inşa edilişine belli bir duyarlık-düşünce ekseninde ince bir sanatsallıkla tanıklık ediyorsunuz. Geleneksel söz sanatlarının gereklerine uyularak yazılan bu şiirin de iletisini çarpıtmadan verdiğini belirtmiş olalım:

Sadece Rahman bilir içimizi

Sadece Rahman gözetir bizleri

Üç Adam Bir Pazar Göl Kenarında’, Müştehir Karakaya’nın İstanbul Bir Nokta’da yer alan şiiri. Karakaya’nın bu şiiri, okunup bitirildiğinde akılda kalan yönleriyle öne çıkıyor. Bu şiirin okurun zihninde kalıcı etkiler bırakmasının iki temel özelliği var: Temaşa duygusu ve kendiliğindenlik. Temaşa duygusu şiir boyunca görselliği de yedeğine alarak şiirin inşa edilişinde birincil öneme sahip görünüyor. Görüntüye yaslanan mısralar şiirin kurulumunda başat bir işlevi yükleniyorlar. Temaşa edilen tabiat (burada göl gezintisi) şairin düşlem yeteneğiyle (mısraları, görüntüleri renk renk örmesiyle) estetize bir formda şiirleştirilip okura sunuluyor. Kendiliğindenlik şairin girift duygu açmazlarına pirim vermeyişiyle doğal bir söyleyiş kazanıyor ve akılda kalıyor. Şiirden birkaç mısra aktaralım:

‘ben adamdan sayılırsam

üçüncü adam benim’

‘bakmışız bu üç adam

neresinden tutsa hayatın

dibinde tortusu kalır’

‘birinin yüzünde tuz tadı

birinin yüzünde mavilik

üçüncüsünde bir ah kaldı

onu da adamdan sayarak’

Mahmut Avcı’nın ‘Sultana Karşı’ şiiri, yalın, doğal, kendiliğinden ve pürüzsüz söyleyişiyle okurun imgelemini zoraki bir soyutluğun labirentine sevk etmeden kendini okutan bir çağrışım zenginliğiyle öne çıkıyor. Sakin, düzenli, akışında. ‘Sultana Karşı’ şiirini, kibrin-tekebbürün dünyasına karşı, müşaşaa bir uygarlığın debdebesine karşı bir konumlanış biçiminde okumaktan yanayım. Şehrin devasa yapılarına, gökdelenlerine, göğe meydan okuyan apartmanlarına karşı. Hızın, konforun çetrefil örgütlenişin tuzaklarına karşı. Kederlenmenin, paranoyanın anaforuna karşı. Kastedişin, katledişin karanlığına karşı. Zulmün, zalimin çatık kaşlarına karşı. Umutsuzluğun, yıkımın, alaboranın, kaosun evrenine karşı. Fenalığın, kötülüğün, tembelliğin kolaylaştıran rahatlığına karşı. Koşuşturmanın, telaşın aceleciliğine karşı. ‘Sultana Karşı’ şiiri, çağrışım yeteneği ve tüm sadeliğiyle Mahmut Avcı’nın en iyi şiirlerinden biri.

Güzelce bir kadınla bugün

Boğaca karşı durduk

Sultana karşı, gidene karşı

Üzerine basarak yürüdük kelimelerin

Abdurrahman Adıyan, ‘Sabrın En Güzel Giysisi, Terzide’ şiiriyle mesleğinin şiir biçimindeki algılanışını resmediyor. Usta-çırak arasındaki içtenlikli lirik konuşmalara yer vererek incelikle dokunmuş bir şiir çıkarıyor ortaya. Terzilik mesleğinin ince dokulu dünyasından, ahiler evreninden hikmetler aktarıyor.

değil mi ki

insan da bütünden ayrılan parça

bütüne hasret, vuslata koşan kul

Bünyamin Durali, ‘Vuslat Yok Şiir(ler)i’ adlı çalışmasıyla derin bir kalp yarasından gelgitli ışıklar düşürüyor. Durali’nin hüzün atlası, kırıklı çizikli bir yapıya sahip. Aşırı duygusal bir ‘ben’ ve gözyaşına bulanmış bir ‘kalp çeşmesi’. Durali, benliğini yoğun duygudan arındırıp duygulanımlarıma ket vurarak ‘kalp çeşmesi’ni serinlikli kılarsa daha okunaklı şiirlere imza atacaktır. Kahır yüklü bir şiir. Şiirden bir parça:

mahzun sayarlar beni, saysınlar kıvanırım

çocuğum yok, ne’m var ki bu soytarı dünyada

saralı bir aşktan başka ne’m var ki?

Geneli itibariyle İstanbul Bir Nokta Dergisinde yayınlanan şiirlerin öne çıkan nitelikleri, en başta hayale, soyuta yaslanmaları, okurun gerçeklik algısına hitap etmekten ziyade muhayyilesine, zarif/ince duygulanımlarına seslenmeleri, şiirlerde işe koşulan söz sanatları bolluğu yerine sadeliği, yalınlığı tercih etmeleri, yapay-yapmacık bir duyarlık evreni yerine içtenlikle bir duygu dünyasını, katışıksız ve doğal bir duygulanımı çarpıtmadan şiirin harcına katmalarıdır. 

14.

Günümüz şairi kendi şiir benliği ile iştigal etmekten başkalarının dünyasına eğilmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor. Varsa yoksa kendi öz-benliğidir onun meşguliyeti. Bu ilgi, yaşamın hayhuyu içinde şairin duruşunu-konumunu iyice silikleştirecek, ortalık hayalet benliklerle dolup taşacaktır. Buradan şiirde güçlü bir öz elbette ki serpilip gelişemeyecek, şairimiz yaşama dokunmayan şiirlerle ortama etkileyici bir sinerji katamayacaktır. Bu bir çıkmazdır. Dolayısıyla şu hükmü vermekte bir beis görmüyoruz artık: Günümüz şiiri çıkmazda bir benliğin şiiridir ve bundan fazlasıyla mustariptir. Rasyonalizasyonun hayatın her alanını şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu çıkmaz durumundan elini kolunu sallayarak olmasa da bir yöntem belirleyerek çıkmanın bir yolu var. O da kendi ben’i ile başkalarının dünyası arasında köprüler kurmak. Terry Eagleton’a kulak verelim: ‘‘Modern çağ bir yanıyla ancak biraz duygusuz bir rasyonalizmle ve diğer yanıyla irrasyonalizmin bir dizi cazip ancak tehlikeli biçimleri arasında bölünmüş durumdadır. Ancak şiir bu boşluğu kaldıracak bir köprü sunar.’’ (1)

Cevdet Karal’ın İtibar’ın 24. sayısındaki ‘Siyah Valiz’ şiiri, Sezai Karakoç’un Alınyazısı Saati (2.bölüm) şiirlerini anıştıracak bir biçimde şairin ben’iyle başkalarının dünyası arasında köprüler kurabilecek nitelikler taşıyor.

Önce Sezai Karakoç’un Alınyazısı Saati’nden bir bölüm alıntılayalım:

Devrilen her taş benim taşım

Yıkılan her ev benim

Benden yıkılıyor hepsi ben yıkılıyorum

Yıkılan benim’’(2)

Şimdi de Cevdet Karal’ın Siyah Valiz şiirinden bazı mısraları ve aralarındaki benzerlikleri-paralellikleri görelim:

O soruda yaşıyorum ben’

‘Gizli niyetlerde

Ve düşüncelerde yaşıyorum ben’

‘Ve

Son sözleri için

Prova yapan yaşlıların

Yaşıyorum nefeslerinde’

‘Yola çıkacakları

Yolculuktan caydıran

Terminallerde yaşıyorum ben’

‘Bir göğüsten ilk sütün

Akışında yaşıyorum ben’

‘Açılıp kapanan makasların

Ağzında yaşıyorum ben’ (3)

Burada Karakoç’un insanlık problemini kendi ben’inde duyarak duyargalarını dışarının dünyasına doğru yönelttiğini görüyoruz. Şairin, ruhunda tüm insanlığın acısını ve sıkıntısını yaşamaktır bu. Acı çeken şairin ruhudur esasında ama duyarlığı kendi kişisel çıkmazları değil insanlığın sorunlarına ayarlıdır. Benzer duyumsamaya insanlık durumları temelinde Karal’ın şiirinde de tanık oluyoruz. Karal da insani durumları kendi ben’inde deneyimleyerek bir karşılık bulma arayışı içindedir.

Çıkışsızlıktan bir çıkış üretmek, şiirsel algıyı dış gerçekliğe yöneltmekle imkân dâhiline girecektir. Şair, tanıktır. Evvela kendi çağının tanığıdır. Bir toplum ve çağ içinde yer almakla şairi bu problemlerden vareste düşünemeyiz. Şairi çağ bağlar, çağının şairi olmak lirik bir benlikle türküler çığırmak, mırıldanmak, sızlanmak veya serzenişte bulunmakla değil, çağını bugünde, şimdi’de duyarak nabız vuruşlarına duyarlı hale gelmektir. Yeni bir şiir çağına yeni bir bakış fırlatır, yeni bir göz, yeni bir bakış demektir bu. Şiirde yaşantı derinliğine çağın ruhu konuşulup tartışılıp sorgulanarak varılır.

Deneyimin ölümünün ilan edildiği bir çağda yaşamak antik çağa geri dönmemizi gerektirmiyor yine de. Fabrikalarda hazırlanıp önümüze konan yiyeceklerin, hazır giyim mağazalarında satışa sunulan giyim eşyalarının, işleyen mekanizmanın, devasa bir çılgınlık halini aldığı teknolojik zenginleşmenin ‘deneyimin kendisi’ni tehlikeye bizatihi duçar kıldığı bir hayatta Cevdet Karal’ın şiir aracılığıyla başkalarının deneyimlerine açılma çabasını önemli buluyorum. Parçadan (otobiyografik ben) bütüne (insanlık) doğru alınan yol, Türk Şiirinin bugün yaşadığı çıkmaz durumuna bir hal çaresi olabilir.

________________

  1. Terry Eagleton, Şiir Nasıl Okunur, çev: Kaya Genç, Agora Kitaplığı, 2007, İst.
  2. Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Diriliş Yay., 2000, İst. s. 634.
  3. Cevdet Karal, İtibar, S. 24, ‘‘Siyah Valiz’’, s. 5–6.

15.

‘‘Eken değiniler vardır ve hasad eden değiniler.’’ [Ludwig Wittgenstein]

Sanatta gerçeklik algısı üzerine yapılan tartışmalarda bir sonuca varılamayışın ve bu tartışmaların verimsiz oluşunun temel sebeplerinden biri, sanatçının/edebiyatçının ‘‘çağın ruhu’’ olgusunu göz ardı etmesidir.  Bunun yanı sıra ürün sahibi yazarın ‘‘çağının sanat ve edebiyat adamı’’ adını verebileceğimiz çağa/döneme özgü yeni bir bakışa sahip olamaması ya da çağın ruhuna ayarlı bu yeni bakışı/gözü sahiplenememesidir. Yazarın bilinci yaşamın hayhuyu içinde hep bir sağaltıma konaklamak zorundadır. Sahiplenmediğinden dolayı da burada sanat/edebiyat adamı, içinde bulunduğu ‘‘yaralı bilinç’’ durumuna çare olarak çözümü, ‘‘nostalgia’’ duygusunda veya geleceğe yönelik atılımlarda (avangardizm) aramaktadır.

Hikâyeci Necip Tosun’un ‘Modern Öykü Kuramı’ adını verdiği önemli teorik eserinin ‘‘Özerk Sanattan Sanatın Sonuna’’ adlı yazısı bu bağlamda bazı çıkarımda bulunmamızı gerektirecek bir dizi yorumlar içeriyor. Böylece biz bu yazı dolayısıyla Aşkar Dergisinin 26. sayısında yayınlanan Yılmaz Yılmaz imzalı ‘‘Bayram Günü Cemal Şakar’’ adlı öyküyü de konuşup tartışmak fırsatını yakalayacağız. Bu bizim için ilginç bir yazı deneyimi olacaktır.  

Necip Tosun ‘Modern Öykü Kuramı’ kitabında genel olarak ‘modern edebiyat estetiği’ anlayışının varageline hapsolmuş bir yazar tutumu sergiler.  Söze konu edeceğimiz ‘Özerk Sanattan Sanatın Sonuna’ başlıklı yazı da aynı estetik tutumun öne çıktığı ve savunulduğu bir metin olarak üzerinde durulmayı gerektiriyor. Metin bağlamında konuşacak olursak, Necip Tosun bu yazıda ve daha birçok yazısında, sanatta estetik kaidelerin olmazsa olmazlığını estetik özerklik bağlamında tartışır. Öyküde başat olanın estetize etmek olduğunu birincil önemde ifade ettikten sonra, ‘modern öykü estetiği’ni sanattan ve siyasetten vareste düşünür, bu ise bizim için tartışmaya açık bir mevzudur. Bize göre sanat-edebiyat-siyaset birbirini bütünleyen sacayaklarıdır. Örneğin ilgili yazıda, estetik tutumun taçlandırılışına dair bir paragraf okuduğumuz gibi iki cümle sonra saf estetik tavrın yanı sıra bize göre bir çelişki örneği olarak eserin/sanatın toplumsal bağlarına da değinilir. Misal:

‘‘Sanat ürünü, kendi estetik kuralları dışında, siyaset de dâhil hiçbir disipline karşı sorumlu değildir. Yazar; bildiği, var olduğuna inandığı bir varlığı yeni bir biçimde, okur için ‘‘görünür kılma’’ peşindedir. Çözer, deşifre eder, bu dağınık parçalardan yeni bir estetik bütünlük çıkartır. Kendisinden kopartarak bağımsız bir hayatiyet oluşturur.’’ (1)

Oysa sanatın özerkliği hususunda göz ardı ettiğimiz bir gerçeğin var olduğunu düşünmekten yanayım. Burada uğradığımız yanılgı, sanatsal yaratı sürecinde oluşturduğumuz bu yeni estetik biçimi, ‘‘toplumsal öz’’lerden tamamen ayrı özerk-estetik bir yapı imiş gibi algılayışımızdır. Bunun yanında teoride aşırılaştırmaya giderek estet dolayısıyla seçkinci tavrı dış dünya ve toplum algısından iyice soyutlayarak bayraklaştırmamızdır.

Necip Tosun, ilgili yazısında estetiğin sanatın oluşumunda vazgeçilemez değerde önemli olduğunu ifade eder, sonrasında sanatta dünya görüşünün, toplumsal/bireysel yaşantının estetik bir bağ ile mukayyet olduğunu vurgular:

‘‘Eser, sanatçının içinde yaşadığı toplumsal yapının, bireysel yaşantısının yansımasıdır ve bu nedenle onun politik görüşlerinden, sınıfsal yapısından, doğrularından ve inançlarından soyutlanamaz, bu özellikleriyle de hem bireysel hem toplumsal hem de tarihsel bir süreçtir.’’ (2)

Bizce hemen hemen bütün edebiyat teorilerindeki ve edebiyat adamlarının bir zaman savundukları görüşün süreç içinde tersini ifade etmelerinde yaşadıkları tutarsızlığın ve çelişki durumunun temel nedeni, sanatçının gerçekliği ifade edişi ve sunumunda dolaylılık-doğrudanlık tutumunun tercihine dair net olamayan bir yönelimden kaynaklanan sıkıntılar, açmazlardır. Sanatçı gerçeği doğrudan bir dille mi aktaracak yoksa dolaylama yaparak mı? Sanatta dolayımlılık ifadenin estetize edilip kristalize edilişini zorunlu kılar. Gerçeğin aktarımında doğrudanlık, estetikten ödün vermeyi gerektirebilir. Sarsılmaz estet tavır dolaylı anlatımı tercih eder. Gerçekliği algılamanın seçik ve net ifadelerle sunumu ise sanatçıyı doğrudanlığa ve bu anlamda siyasete daha doğrusu siyasi olanın açık bir ileti ile beyan edilmesine zorlayacaktır. Burada yazımızın başında söylediğimiz gibi göz ardı edilen şey, sanat/edebiyat adamının perspektifini ve gerçeklik algısını, Zamanın Ruhu ile (özellikle kaçınılmazlık-zorunluluk noktasında) bir ve koşut düşünememesidir.

Bunda elbette Postmodern gerçeklik algısına sahip edebiyat adamının, eserini inşa sürecinde metnin fay hattını/kırılma noktasını iyice derinleştirmesi önemli rol oynar.  Asıl tartışmak istediğimiz konuya gelecek olursak, Yılmaz Yılmaz’ın Aşkar dergisinde yayınlanan bir öyküsünün ( ‘‘Bayram Günü Cemal Şakar’’) öyküde gerçekliğin sunumu ve tesis edilişine dair edebi metnin inandırıcılığını zedelediğini düşündüğüm bir hususu konuşmak istiyorum.

Yılmaz Yılmaz’ın ‘‘Bayram Günü Cemal Şakar’’ adlı hikâyesi kalp hastası yaşlı bir adamın oğlu ile hasbihal eder bir havada bir bayram günü yaşadıklarını konu edinir. Kalp rahatsızlığı olan yaşlı adam geçmişe, geçmişte büyüklerine dair oğluna anlattıklarının oluşturduğu samimi, doğal bir iklimde belli bir zaman (bayram telaşı) geçtikten sonra odasına çekilir:

‘‘O sıra işte gözüme ilişti televizyon sehpasının yanında duran kitap. Adı Sel ve Kum; yazarı Cemal Şakar… Açtım, okuyayım bari, dedim. Uzun zamandır elime bir kitap almışlığım yoktu. Bu söylediğimi benim kitap okumazlığıma yormayın, işler güçler işte. Başladım okumaya. Efendim maddeli maddeli bir şeyler, okuyana kadar akla karayı seçtim. Bizim oğlan öyle boş beleş şeyler okumaz, eline aldığı kitap illâki cevahirdendir. Onun için devam edeyim, dedim. Ettim de. Sonra sonra açılmaya başladı kitap’’ (3)

Cemal Şakar’ın Sel ve Kum adlı hikâye toplamından oldukça etkilenen hikâye kişisi (anlatıcı karakter)den  ‘‘işler güçler’’ dolayısıyla kitap okumayı yaşamının merkezi yerine oturtmamış geleneksel kültürden beslenen yaşlı bir adam olduğunu anlıyoruz.  Hikâyenin oluşumu ve süreçsel işleyişinde (anlatı evreninin şekillenişinde) anlatıyı çöküntüye uğratacak, bir paragraf ise metnin ruhunu baltalayan bir konuşma içerir. Okurun metni alımlama safhasında ve gerçeklik duygusunu zedelediğini düşündüğüm hikâyenin bir kesitinde, metnin samimi atmosferine dair bizde/okurda kırılmalar oluşturacak bir konuşma gerçekleşir. Yaşlı adamın hanımıyla öykü sorunlarına ve öyküye dair terimsel anlamalara gelebilecek sözcükler kullanarak konuşması, onunla bu hususları paylaşmak istemesi sahiden de böyle mi konuşur diyedir okurun zihninde soru işaretleri doğurabilecek düşündürücü ifadelerdir:

‘‘Hanım biliyor musun, bazen bir görüntünün, bir sözün karşısında şaşırıp kalıyorum. Acaba diyorum; bu söz bana mı aitti, yoksa bir yerlerden okumuşluğum duymuşluğum mu var? Gerçekle kurgu iç içe geçiyor, bir birini şey yapıyor… Neydi? Gerçekle kurgu birbirini dönüştürüyor!’’ (4)

Zira biz okur olarak olağan bir durumda biliyoruz ki yaşlı bir adamın içinde ‘‘görüntü’’, ‘‘gerçek’’, ‘‘kurgu’’ sözcüklerinin geçtiği bir konuşması olamaz. Bir hikâyede ve hikâye ile birlikte gerçekliğin tesis edildiği bir atmosferde, kitap kültürüyle ilgilenmemiş ama özellikle günümüz hikâyesiyle yoğrulmamış bir adamın bu ve benzeri bir konuşma serdetmesi bize/okura yabancı geliyor, hikâye okuyan bizleri yadırgatıyor. Yılmaz Yılmaz burada, bu hikâyede postmodern anlatım tekniklerini kullanırken gerçekliği yanlış bir biçimde temellendiriyor. Oysa estetiğin dolayısıyla postmodern anlatım imkânlarının, metinde yanıltıcı ve gerçeklik duygusunu zedeleyici bir biçimde kullanılması hikâyenin sahiciliğini sekteye uğratır.

Yılmaz Yılmaz’ın öykü zekâsının gerçeğin sunumu ve aktarımı noktasında yanlış bir işlem yürüttüğünü düşünüyoruz. Yine de her şeye rağmen Yılmaz’ın hikâyelerini takip etmek noktasında iz süreceğimizi ifade edelim ve yazıyı tamama erdirelim vesselam.  

________________

1. Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı, Hece Yay, 2011, Ank, s.177.

2. Modern Öykü Kuramı, s. 177.

3. Yılmaz Yılmaz, ‘‘Bayram Günü Cemal Şakar’’, Aşkar, S. 26. 2013.

4. ‘‘Bayram Günü Cemal Şakar’’, S. 26.

16.

Muğlâklık ile Müphemlik Arasındaki Fark

Günümüz şiirinin çetin açmazlarından biri de şairin söyleyecek sıkı-sağlam bir sözünün olmayışına binaen şiirini çokluk muğlâk ve müphem ifadelerle kurması, seçik bir söyleyişi hemen her şiirde göz ardı etmesidir.

Muğlâk şiirlerde iki anlam veya kelime bloğu arasında karanlıkta kalırız. Şair mısraını kurarken kelimeler arasında bizim seçiklikle görebileceğimiz bir anlam bağının inşa edilişini gözetmez, anlam ya kaybolmuş ya da gölgede kalmış, ketmedilmiştir. Müphem şiirlerdeyse şiir boyunca anlamı takip fikrinden yoksunuzdur. Belirsizlik müphem şiirlerin temel karakteristiğidir, belirsizliğin nedeniyse anlam veya kelime bloklarının birbirinin içine geçişmesidir. Terry Eagleton da muğlâklık ile müphemlik arasındaki farkı benzer terimlerle ama daha çok birbirinden ayrıştırarak ince nüanslarla şu şekilde belirtir:

‘‘Muğlâklık ile müphemlik arasındaki farktan bahsetmek önemlidir. Müphemlik, elimizde ikisi de sınırlı olan ancak birbirlerinden ayrılan iki anlam olduğunda gerçekleşir. Muğlâklık, bir sözcüğün iki veya daha çok manası anlamın kendisinin belirsiz hale geldiği noktaya dek birbirlerine karıştığında olur.’’ (1)

Demek ki müphem şiirler karşısında iki arada bir derede kalma durumu var ve şairin kelimeler düzeyinde kastettiği mana iki özellik de gösterebiliyor. Muğlâk şiirlerde ise anlam çoğullaşmış, şairin bilinçsiz karıştırımı neticesinde şiir metninin işaret ettiği mana veya manalar bütünü birbirinin içine geçişmiştir.

Hem muğlâk hem müphem şiirler ‘bu şiir bize ne söyler’ sorusunu cevapsız bırakan metinlerdir. Oysa Osman Özbahçe 10 yıl öncesinde (2) şiir okuyucusunu uyarmış, belirsiz ve soyut şiirlerde ‘hayal unsuru’nun baskın çıkışı dolayısıyla şairin sözünün seçiklikle ortaya konulamadığını ifade etmiş, bunun ise şiirin atmosfer itibariyle romantik karakterinden kaynaklandığını defalarca söyleyip yazmıştı:

‘‘Modern şiirin en belirgin vasfı konuşmaktır. Konuşmayı, doğrudan konuşmak şeklinde tanımlayabiliriz.’’ (3)

‘Meramını seçiklikle ifade edememek’ babında sözü Furkan Çalışkan ve Salim Nacar’ın İtibar’ın 24. sayısında (Eylül 2013) yayınlanan şiirlerine getireceğim. Çalışkan’ın ‘Son Müdahale’ şiiri ‘hızlı şiir’ diyebileceğimiz bir tutumla kaleme alınmış, ölüm temi etrafında şekillenen bir metin. Çalışkan, şiirlerini modern şehir yaşamının hız ekseni üzerine kuran bir şair. ‘Şiiri nasıl söylerim’ kaygısıyla yazıyor daha çok. Çalışkan şiirinin okuru, hızla akıp giden görüntüler karşısında metnin iletisini seçiklikle algılama ayrıcalığından yoksundur. Anlık görüntüler ve enstantaneler, kısa metrajlı bir film gibi okurun imgeleminde geçici bir etkide bulunuyor. Çalışkan’ın yazdığı şiirin şimdilik en büyük handikabı, şiirinin dinamik bir öz ve düşünce temelinden yoksun oluşudur. Şiirde konuşan özneyi göz önünde bulundurduğumuzda Çalışkan, ‘hız kültü’ne karşılık şehrin hayhuyu içinde sağlam ve sahici bir ‘şahsiyet kültü’nü tüm veçheleri, konum ve tavır alışlarıyla oluşturamıyor. Bunun için de şiirini temellendirme noktasında sıkı bir düşünce zemini kurması gerekiyor, konuşurken bu zemin üzerinden söz söylemesi, söz alması Çalışkan’ı genel edebiyat ortamı içinde meselesi olan şairler düzeyine aday bir konuma getirecektir. Kısa metrajlı film uzun metrajlı filmler kadar okurlar üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olamıyor.

Şiirin aşağıya aldığımız bölümü okuru derin bir düşüncenin mahiyetini sorgulamaya götürmediği gibi onda anlık etkiler bırakmakla kalıyor:

Peşindekileri atlatamıyor gökyüzü

Bütün gözler onun üstünde, bak.

Tam o anda gelen koşma hissinin

Adını can mı koysak?’ (4)

Salim Nacar, şiirini takip etmekte zorlandığım bir isim. Hemen birçok dergide metinler yayınlıyor, görünür olmaya çalışıyor. Takipte zorlandığım bir diğer husus ise şiirini metin içinde birbirinden kopuk ifadelerle kurmaya çalışmasıdır. Cahit Zarifoğlu’nun ‘şiirde dikkat fikri’ dediği, İsmet Özel’in ‘şiirin eleştirel süzgeçten geçmesi’ diye adlandırabileceğimiz mevzular üzerine düşünmeyişi, bölük ve birbiriyle bir anlam-düşünce ve mantık bağının kurulmadığı mısra öbekleriyle şiirini oluşturmaya çalışması, şiirinin hem yayın politikası ve hem de tekniğine dair konularında problematik bir durum arz ediyor.  Şairin şiirinde teknik bir bütünlük kuramayışının ‘söyleyecek sözü olamamaktan’ kaynaklı biçim ve öze bakan iki tarafı var. Şiirinin biçime dair taşıdığı sorun ‘biçim istifçiliği’ diyebileceğimiz bilinçsiz bir yapı işçiliğinden kaynaklanıyor. Öze bakan yönü ise Karayazı dergisinde (5) şiirde millet bahsi bağlamında ifade ettiği ‘temel meseleler’den gittikçe uzaklaşması, işaret ettiği sorunu bizatihi kendisinin yaşaması, şiiriyle poetik sorunsalı arasında bir tutarsızlık örneği sergilemesidir.

Bu durumun en somut ve gözle görünür kanıtı ise Salim Nacar’ın İtibar’ın 24. sayısında yayınlanan ‘Şimdi Meddah Köprüde Bir Mendil Deniyor’ adlı günümüz şiirinin biçimci kanadına kolaylıkla yerleşebilen sağlam bir özden yoksun şiiridir.

‘evin yoludur, sürekli tedirgin bu kafa üstü çakılma randevusu’ mısraı doğrudanlık içermeyen ifade özelliği taşımakla birlikte bir sonraki mısra olan ‘sevgilim olamasın, dizlerim üstünde annem, yemek saatleri solgun’ arasında bir anlam (süreğen bir anlam) bağı kuramıyoruz. Yine bu ikinci mısrada da ibareler arasında bir önceki ibare ile bir sonraki ibare ve önceki mısra arasında da şiirde mısra kurulumu itibariyle bir ifade ve anlam düzeyinde bir bağa tanıklık etmiyoruz. Şiirin birinci bölümünde yer alan beşinci mısra olan ‘bileklerin güzün ayrıntısı, sen’ ile bölümün son mısraı ‘günlerin kapısında bilet kesiyorsundur’ arasında şiirin birinci bölümünü tamamlayan bir ses-müzikalite kaygısı ve bir anlam ve anlamı takip fikrinden de yoksunuz. Sonra şu hayati soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: ‘bileklerin güzün ayrıntısı’ ve ‘günlerin kapısı…’ mısraları okura ne söyler? Buradan mesela bir millet fikrine doğru yol alabilir miyiz, ya da şiirin bu bölümüyle sonraki bölümlerin de karanlık bölgelerini aydınlatan bir gelişim fikrinden, anlamın açılımı ve şekillenişinden bahsedebilir miyiz? Bir düşünceye dayalı olmadan kurulan bu ve benzeri mısraları zihnimizde ve türlü hercümerç içinde boğuştuğumuz bir hayatta hangi yere oturtmalıyız?   

Yanlış temellendirilmiş bir biçim fikrine dayalı olan bu şiir karşısında ne sarsıcı-vurucu bir millet düşüncesiyle iştigal ediyor zihnimiz ne de milletin anlam dünyasını yakınsayan bir duygu-düşünce akrabalığı, gür bir içerik patlaması ve bir öz fışkırmasına tanıklık ediyoruz. Salim Nacar’ın bu şiiri en nihayetinde Ahmet Güntan’ın ‘‘İpham iktidara geldi’’ (6) sözünü kanıtlayan, bugünün şiirinde biçimci kanadın operasyonel kuşatmasına maruz kalmış, yazımızın başlangıç paragrafında ifade ettiğimiz,  müphem ve muğlak şiirlerin kötü bir örneği ve çoğaltımı olarak kayıtlara geçiyor, hemen birçok şiirinin köksüz ve seçik bir öze sahip olmayan örneklerinde olduğu gibi..

Bu meyanda Salim Nacar’ın hem şiirlerini yayımlarken güttüğü yayın politikası hem şiirinin enez ve güçsüz oluşu hasebiyle ‘‘kendi şiirine/metnine güven’’le üzerinde durup düşünülmeyi hak edecek ciddiyette ortaya sağlam eserler koyamadığını ifade etmek durumundayız.

Sonuç olarak, Salim Nacar’ın bu durumu, hemen birçok genç şair adayında üzülerek tanıklık ettiğimiz, Türkiye edebiyat ortamının genç şairi iğfal edişine ibret alınası bir örneklem oluşturuyor. Umalım ki Salim Nacar’ın bundan sonraki yazacağı ve yayınlayacağı metinler, yanıldığımızı gözler önüne serebilecek, yüzümüzü ağartan eserler olsun. Biz yanılalım, Salim Nacar’ın şiiri kazansın..

 _______________________

  1. Terry Eagleton, Şiir Nasıl Okunur, Agora Kitaplığı, çev: Kaya Genç, 2011, s. 198-199.
  2.  Osman Özbahçe 10 yıl önceki belirsiz ve soyut şiiri lanetler tavrından zamanla uzaklaştı, giderek imgeci şiirin savunulduğu poetik metinler kaleme almaya başladı, bunu da bir anekdot olarak belirtelim.
  3. Osman Özbahçe, Sağlam Şiir, Ebabil Yay., 2006, s.8.
  4. Furkan Çalışkan, ‘‘Son Müdahale’’, İtibar, S. 24.
  5. Salim Nacar-Cuma Duymaz, ‘‘Bu toprakların temel meselesi şiir midir?’’, Karayazı, S. 11.
  6. Ahmet Güntan, şiirgeldikelimedeboğuldu, 160.kilometre yay. 2011, İst.

17.

Hüseyin Çiftçi, ‘‘dizeler-5’’.

Kısa ikilik ve üçlüklerle Haiku tarzını anımsatan Çiftçi’nin dizelerinin ağırlık teşkil eden yönü, çağrışımlara açık ve imalarla yüklü oluşudur. Sezgisel açıdan içinde yer aldığımız çağa üstü kapalı göndermelerde bulunur. Tekrar tekrar okununca şiirin okuyucuya ve okuyucunun anlam evrenine kendini açtığını duyumsarsınız. ‘‘zamanın tüneyicisi/mc donald’s..’’ ikiliğinden bu ticari şirketin izbe yerleri, ima edişiyle okuyucuya gösterilir.

Şiiri Özlüyorum dergisindeki şiirlerin genel karakteristiğine gelecek olursak, şiirsel duyuş bakımından nihilizmin sınırlarını yoklayan şiirler ağırlık teşkil ediyor. Şu üçlük de kısalığıyla da olsa, duyuşsal arkeolojiye, nihilist sondaja örneklik teşkil ediyor: ‘‘hiçin kaynağını/eşeler şairin/uykusu.’’

Dergideki şiirlerin bir diğer özelliği de, aklın sınırlarında dolaşan öznelerin şiirlerde yer bulmasıdır. Buna bir örnek, küçük iskender’in aynı sayıdaki (sayı, 57) ‘‘morgda tasnif’’ şiiridir. Bu şiir küçük iskender’in şiirine has özellikler taşır. Bunlar, deliliğin sınırlarını zorlama, el değmemiş duyarlıklara uzanma, beynin kırıklı yapılarını kol açan etme gibi ‘anarşist/nihilist şiir’ diyebileceğimiz sınır tanımazlık ve aykırı şiirsel söylemleri bünyesinde taşıyan özelliklerdir. Bu ise küçük iskender’in her açıdan kendini yinelediğinin, yenilemediğinin apaçık göstergesidir.

Misal:

‘‘Beynine yaklaşma, düşersin aşağı

Hiçbir suç bağışlamaz gövdeni o zaman: zamanla

Soğuk depolarda kaybolur en sevdiğin muhit ve giysisi’’

Selami Şimşek’in ‘atlara sürme çekin’ ve ‘çıralı duruş’ şiirleri cinsellik, ölüm, aşk ve yokluk sarmalında ‘düşçü şiir’ diyebileceğimiz soyutluklar/simgesellikler içerir. Söz konusu şiirlerin durmuş oturmuş bir imgelem yapısının olmadığını, uzak gerçekliğinden, düşçü niteliğinden çıkarsayabiliriz. Sıfatlara boğulmuş bir şiir söyleyimi, gerçeğin/gerçekliğin seçik bir biçimde görülür-duyulur olmasını engelliyor:

Göğe sermiş kanatlarını, güneşi emziriyor

Vurgun yiyor yanından geçen zaman

Hayal, düş ne varsa bildiğin unut

Kendine saklamış olmalı onu Eros

Sözü biten şaire inat’

Şiiri Özlüyorum dergisindeki şiirler, Sembolizm’i bu topraklarda yanlış okumanın örnekleriyle dolu. Bu anlamda yerli ve Türk olmadıklarını söyleyebiliriz. Oysa Ahmet Haşim’in sembolizmi, ‘alaturka duyarlık’ diyebileceğimiz bu ülkenin mekânsal özelliklerinin imgesel rengini, bakışını taşır. Şiirde yerli ve Türk olmak, bir yere ait olmak, bir yerle irtibatlı olmak, bir yerle duymak ve düşünmek, bir yerin değerleriyle asli ve esaslı bir bağ kurmak anlamlarını içerir. Şiiri Özlüyorum, geneli itibariyle, ‘sanki Türkiye’de bu topraklarda yaşamıyor’muş intibaı uyandıran bir köksüzlük, kopukluk ve yersizlikle malul. Dergide yayınlanan şiirlerin geneline sirayet etmiş, küçük iskender’in ‘minör şiir’inden yansılar taşıyan etkiler hâkim. Deyim yerindeyse ‘minör edebiyat’ yapıyor Şiir Özlüyorum. Marjinal, lokal, mikro edebiyat. Genel edebi kamuya etkiler bırakamayışının temel nedeni, ‘majör edebiyat’tan uzak bir etkinlik içinde oluşudur, diyebiliriz.

Murat Dalgın, ‘roma şubatı’ mısraıyla, aynı şiirdeki ‘soğuya bakmakta/suratsız papazlardan kırallardan / ve aklını yittiği ortaçağdan/soğuğu dinlemekte’ mısraları, yukarıda izahına çalıştığımız ‘Türkiye’de edebiyat yapmak’ anlayışının çok çok uzağındadır.

Koray Feyiz, şiirinin gözeneklerini gevşetmesi, rahatlatması gerekiyor. Feyiz’in son şiir kitabı ‘Gerilimli Bir Yay Çalışması’nı okudum. Feyiz, postmodern çağdan izler, izlekler, nesneler taşıyarak bir şiir evreni kurma çabasında. Sıkı daha doğrusu sıkıştırılmış bir şiir yazıyor. Bilerek sıkıştırılmış. Dolaylı anlatımı, nesne sistemi, girift anlam ve imge yapısı, seçik olmayan gösterge zeminiyle bugünün ihtiyacı olan bir şiiri yazmadığını söylemek durumundayız. Bu tarz şiir, bize 80’lerden tevarüs etmiş kötü bir miras. Daha doğrudan söyleyişlere yönelmeli şair, örneğin ‘tünel’ şiirindeki şu iki sade ve yalın mısra gibi: ‘seni bütün bir şekilde sevdim/emin adımlarla ama çok kurnaz…’’

Bir şey söylemek, sözü olmak, gerçeği seçiklikle dile dökmek, duruş sahibi olmak, çağ karşısında sıkı-sağlam ve iradeli olmak, etik ve estetiği sağlam şiirde bütünleştirmek, sakınımsız söyleyiş gibi biçim ve içeriğe dair hususlarda düşünmeli Feyiz. Titiz bir yapı kurma peşinde ama doğal ve eleştirel gerçeklikten de uzak durmayarak. Oysa şairin estetik kelime istifçiliği, bu yapının etkiler bırakan niteliklerinin kurulmasına engel teşkil ediyor. Şiirinin konuşması gerekiyor. Konuşmuyor. Işıksız ve kapalı.

Aynı izah gayretimiz Fuat Çiftçi’nin çalışmalarını da kapsıyor. ‘çıplaklığın kiremidi’ şiiri, dile aşırı abanmaktan kaynaklanan bir gereksiz sıkılıkla malul. Mensur şiir ama bugüne dek şairin hem düzyazılarında hem de şiirlerinde ‘düz bir ifadesi’ne rastlamadık. ‘Duyuşta bir derinlik’ çalışması içinde Fuat Çiftçi. Derinleştikçe derinleşiyor, oradan şiire dair yeni ve özgün imgeler (sıfat-imgeler) çıkarma gayretinde. Fuat Çiftçi Türkiye’de yaşıyor değil mi?! Nevşehir – Avanos ilçesinde yaşadığını biliyorum. Ama Çiftçi, Türkiye’de de Türk Edebiyatında da yaşamıyor. Baudelaire sembolizminin gerçeklikle bağı kopuk anlam ve imge dünyasında yaşıyor. Avanos’ta, bir halkın içinde yaşadığımızı duymuyoruz satırlarından Fuat Çiftçi’nin. Soyut ve kapalı bir şiir dünyası, onu halktan ve halkın gerçeklerinden uzak tutuyor. Bu yüzden de gerçeklik zemini dile ve söyleyişe abanmaktan kaynaklı soyutluklar/kopukluklar içeriyor. Çağının duyarlığı içinde devinmediğini söylemek mümkün Çiftçi’nin. Cöntürk’ün ‘Çağının Şiiri’ anlayışından mesafelerce uzak bir şair Çiftçi. Dil ve anlatım bize bunu söylüyor.

Fransız Sembolizmini yanlış okumanın doğal olmayan sonuçları bunlar. Ezra Pound tarzı İngiliz-Amerikan imajizminin soyutu somut kılma eğilimlerine de tanıklık etmiyoruz. Sanki ‘Avanos’ta yaşamıyor’, başka bir dünyanın ‘şiir adamlarından’ Çiftçi. Dil, üslup ve anlatım hususiyetlerinde ciddi sıkıntıları var. Duyuşta derinleşme, duyuşta doğallığın sade ve yalın bir yansıması biçiminde gerçekleşmiyor şairde. Şiirsel duyuş biçiminin doğal verimleriyle karşılaşmıyor, ‘öç kemikleri’, ‘erdem yuvası’, ‘geviş getiren çarşaf’, ‘yüzün kürkü’, ‘buğdayın usu’, ‘öpüşmenin çatısı’, ‘çöl mızıkası’, ‘deprem baloları’ gibi sıfat-imgelere varıyoruz.

  Bu şiirsel güzergâhın yolu bir dil ve şiir fetişizmine varır. Çiftçi düzyazılarında şiirin kutsala karşı olduğunu söylüyor. Bir görüş biçimidir ama yanlıştır. Bu tümüyle bir şiir geleneğini karşına almaktır ve haddini bilmezliktir. Oysa şiirde kutsala karşı çıkarken bir başka kutsamaya varır Fuat Çiftçi: Şiiri kutsallaştırma ve şiir fetişizmine. Oysa son derece beşeri bir uğraştır şiir. Bize de her insani iş gibi işimizi titizlik ve doğallıkla yapmak düşer. Bunu unutmamak ve şiire aşırı değer atfetmemek gerekiyor. Özcümle, bu kutsallaştırmanın sadelikten uzak doğal olmayan yansımalarını görüyoruz Çiftçi’nin yazdıklarında. Şiire ve dergiciliğe onca yıl emek vermişken bir başka yanlışa düşmeyelim. Şiire hak ettiği değeri verelim. Yerli yerince. Yerli kalarak. Bu topraklara vergi olarak. Sesimizden, soluğumuzdan izler, izlekler taşıyarak. Türkiye gerçekliğinde yaşadığımızı unutmadan.

Bu arada söylemesek noksan olur:

Türk Şiiri Gerçekçidir…

20.

Üniversite yayınlarının ki bu Boğaziçi ise, 1960’lı yıllarda Hüseyin Cöntürk’ün Yordam dergisinde gerçekleştirmeye çalıştığı ‘Edebiyatta Taylorizm-İşbirliği’ çalışmalarına benzer canlı bir etkileşim ortamı içinde, dergiler çıkarmaları ve yayın faaliyetinde bulunmaları, eleştiri sanatına olan inancımı ve ümidimi pekiştiriyor.

Günümüzde eleştirel çalışmaların çokluk tanıtım düzeyinde kitap eklerine yönelik ticari bir yazı endüstrisi durumuna indirgendiğini kitaba, eleştiriye, okumaya aşina olan okurlarımızın bir malumudur artık.

Bugün eleştirinin canlanışına, merkez dergilerden daha çok fanzinlerde, üniversite yayınlarının ‘yazın laboratuarlarında’ tanıklık edebilirsiniz. Merkez dergilerin kalburüstü yazarlarının ısmarlama yazılarını okumaktan bıkıp usandıysanız, ‘diri bir eleştiri ortamı’ olarak Aşiyan’ın sayfalarında gezinerek nefeslenebilirisiniz. Nefeslenerek eleştirinin soluk alışlarını duyabilir, buradan bir eleştirel sinerji üretebilirsiniz.

Aşiyan, Sis şairi Fikret’in mekânı olduğu veçhile eleştirinin, incelemenin, değerlendirmenin yayın bağlamında mekânlarından birini oluşturuyor.

Aşiyan, 15. sayısını [Kasım 2013] ‘İntiharın Edebiyatı’ dosya ismiyle romantik yazının kadim bir mevzuuna ayırmış.

Dergide yazan inceleme yazılarının değinilerine gelecek olursak, edebiyatta intihar olgusunun fenomen olarak taşıdığı gerçekliği Sima Ay, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı psikolojik ve ses getiren, etkiler bırakan psikolojik romanı üzerinden inceliyor.

Gülsu Tuncay, ‘Beşir Fuad: Tanzimatın Vazgeçileni’ başlıklı dikkat çekici incelemesinde unutulmuş/müntehir bir aydını, tarihin tozlu sayfalarından çekip bugüne taşıyor.

İlknur Bilir, ‘Yaratılanın Ölümü Yaratılandan Ötürü’ başlıklı incelemesinde yazınsal yaratıcılığın doğasını intihar bağlamında irdeliyor. İntiharın edebiyata neden ve niçin girdiğini intihar eyleminin ne’liğine dair yargı bildirmeyen tespitleriyle açıklıyor. Dostoyevski ve Virginia Woolf’un edebiyatta intihar mevzuunda taşıdığı anlamı yargı ve hüküm bildiren cümlelerden özellikle kaçınarak incelikle ele alıyor.

Aydeniz Ece Çetin, Yusuf Atılgan’ın psikolojik romanı Anayurt Oteli’nin psikanalitik alt yapısına dair çözümler içeren yazısında Zebercet’in intiharının nedenlerine eğiliyor: ‘Zebercet Kendini Niçin Öldürdü?

Yoca Topal, Virgina Woolf’un ‘Mrs. Doloway’ adlı romanından hareketle intihar eylemini ve sanatçının psikolojik dünyasının edebiyata yansımalarını inceliyor: Hüzünlü Gözlerin Ardında

Ozan Şenol, William Shakespear’in Julius Caesar ve Romeo ve Juliet adlı oyunlarında intihar temasını, oyun karakterlerinin intihara giden sürecini, ‘kırılma anlarını’, çözümleyici bir yöntemle ele alıyor.

Dosyadaki altı yazının geneline baktığımızda edebiyatta intihar olgusuna ve yazılara modern edebiyat temelli psikolojik bir bakış açısının egemen olduğunu bir edebiyat yayını olan Aşiyan’ın genel tutumuyla kendi içinde bir tutarlılık oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Aşiyan’ın ‘Haberler’ sayfası ise derginin Türk ve Dünya edebiyatındaki gelişmelere duyarlı olduğunu gösteren bir canlılık taşıyor.

Şiirlere gelince; Rıdvan Salih’in Zilli Sonat isimli şiirinde konuşan kişinin henüz bir ‘söyleyiş biçimi’ geliştirmediğini ve yoğunluklu bir konuşmaya sahip olmadığını, bir varlık gösteremediğini ifade edebiliriz. Sıfat ve zarfların belli bir düzende dizayn edildiği şiirde, şiirsel sözün seçiklikle belirmesine, belirip görünür olmasına tanıklık etmiyoruz.  Güçlü bir özne konuşmuyor şiirde. Şair şiirini konuşma üzerine kurar ve cümlelerini rahatlatıp genişletebilirse içerik düzleminde bir doluluğa varabilecektir. Salih betimlemelerini şiirin çatkısını ve sınırlarını genişleten bir örgülenişle kullanabilirse, şiirsel evreni çok boyutlu bir zeminde işleyecek, metin üzerinde kalmayan/şiirin şiirde kalmadığı yaşam odaklı kitabi olmaktan uzak sinerjik şiirler okuyabileceğiz.

‘‘Farikası pazar ekleridir

şehrin antik acılarına meyilli

hangi kadim haritaya

saplansa kirpikleri

kuponlar tarih atlaslarını biriktirir

                      kavimler

                      cüzamlar

                      krallar (kıyımda)’’  (s,6)

Mert Öztürk’ün ‘Akyuvaryum’ şiiri de metin üzerinde kalmakla bizi oldukça sınırlı bir dünyaya taşıyor. Oyuncul ve salt kelime düzeyinde çalışıyor Öztürk. Kelimelerin oyunsuluğuna kapılanarak kurulmuş bir metin Akyuvaryum.

‘‘makas, kâğıdı kesti, bir anda oldu her şey

her yan fiyonk şimdi, her yan kesik

tezgâhtan akyuvalanıyor

a dört bir yanda kağıt cesetler..’’ (s,9)

Hikâyelere gelince; Elvan Çevik, Adamotu adlı kısa hikâyesine deneysel bir öykü çalışması diyebiliriz. Müjgan’ın takıntılı diyaloglarına dayalı olarak kurulmuş, ‘sıkıntı’nın ve ‘nesne’lerin hikâyenin merkezini belirlediği bir anlatı metni kısaca.

Önder Şit’in ‘Bir Ölünün Güncesi’ adlı hikâyesi, habisin içinden kotarılmış bir metin. Bir ‘Kara Anlatı’ denebilir. Karanlığın, kötülüğün, hiçliğin anlatımı..

Fırat Demir, Emrah Polat’ın ‘Yüzler’ romanının iç bileşenlerine dair eleştirel bir metin kaleme almış. Polat’ın karakter yaratmadaki ustalığını kusurlarıyla birlikte dile getiriyor Demir. Kitap eklerinde ve dergilerde okuduğumuz roman yazılarından çok daha dişe dokunur ve faydalı bir metin.  

Aşiyan’ın sonlarına doğru 3. kitabı ( Dokunma Dersleri, YKY) yayınlanan hikâyeci Yalçın Tosun’la yapılmış bir söyleşiyi okuyoruz dergi sayfalarında. Tosun’un hikâyeci tutumunu ve hikâye kişilerine dair duygu ve düşüncelerini bu söyleşiden okuyabilirisiniz.

Melisa Sürücü’nün Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un katılımıyla gerçekleşen ‘‘Diyaloglar’’ isimli etkinlik çerçevesinde tuttuğu notları, kültür, sanat ve edebiyatta oyunun işlevleri ve mahiyeti üzerine düşünen ve bu tür meselelere ilgi duyan postmodern edebiyat okurları için oldukça öğretici ve bilgilendirici cümlelerden oluşuyor.

Mihri İlke Çeperli’nin Walter Benjamin’in ‘Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı’ adlı tercümesi, film, fotoğraf ve edebiyatta ‘mekanik çoğaltma’ ve teknik konularına dair derinlikli bir kavrayış sunması bakımından dikkate değer bir çalışma.

Aşiyan, bu sayı özelinde konuşacak olursak, hikâye ve roman üzerinden ilerleyen bir dergi daha çok. Yaklaşımlarını ve çözümleme notlarını şiirin üzerine yoğunlaştırıp şiir yayınına da ağırlıklı bir yer tayin edebilirlerse, Aşiyan’ın dinamosuna daha yakından şahitlik edebileceğiz. Şimdilik eksik kalan yönleri, şiir ve şiir eleştirisine yönelmeyişleridir. Canlılıklarını hikâye ve roman üzerinden tesis etmeleridir.

Aşiyan, bir üniversite yayının çok ötesinde.

Biz de bu farklılığı betimlemeye çalıştık.

Cümlelerimizle..                                                                                                                                               

21.

Estetiğin Tuzaklarına Karşı/ Belya Düz’ün ‘İkide Devre Beşte Biter’ Adlı Şiiri Üzerine

Geneli itibariyle çocukluk izleği bir kaçış biçiminde şiirleştirilir. Reel dünyanın sıkıcı ve bunaltıcı bir görünüm arz etmesi, şair öznenin şiir algısını hadsiz bir dünya olan çocukluğa yöneltir. Baskıcı reel dünyadan kurtuluşun bir çaresi olarak çocukluk, şairin imgeleminde sınırsız bir hareket imkânı sağlar. Şairin içinde bulunduğu şartlardan hoşnutsuzluğun da bir ifadesidir bu. Bir özlem biçiminde gelişir çocukluk şiirleri. Kirlenmemiş, barut ve kan kokusunun barınamadığı bir dünyaya özlem.. Ama asla bir ahlak, bir şair ahlakı önermez bu izlekte olan şiirler. Çocuğun özündeki sabitelerden haber vermez bize. Bir karşılaştırma olanağı sunmaz. O yüzden kaçış şiirleridir çocukluk şiirleri, safiyet önermez, şairin muhayyilesi çocukluğun evreninde ‘mutlu bilinci’yle yuvalanmıştır.

Belya Düz’ün Dergah’ın Nisan (2012) sayısındaki ‘’İkide Devre Beşte Biter’’ şiiri, yukarıda resmetmeye çalıştığımız konformist tavırdan uzak, anti-konformist nitelikleriyle öne çıkan bir şiir özelliği taşıyor. Yalın, temiz bir söyleyiş biçimi, her mısrada anlıklarla-enstantanelerle- şiiri biçimliyor.

Çocuk, fıtratı gereği kindar ve hesaplı hareket etmez. Haylazlığı da üzüntüsü veya küskünlüğü de çocukçadır. Neyse o olarak bir davranış biçimi belirler, bir plana göre hareket etmez. Üzüldüğünün ve üzüntüsüne neden olan şeylerin hesabını tutmaz, çetelesizdir çocukluk evreni. Kine ve nefrete yer yoktur. Zamanın geçişiyle neye üzüldüğünü ve neden küstüğünü unutur, unutuşun ona bahşettiği bir özelliktir bu. Nisyan ile malul oluşumuz oradan başlar. Unutuşun insanoğluna bahşedilmiş bir nimet olduğunu düşünüyorum. Unutuş olmasaydı bilinç sınırlarından taşar, sayrılığın iklimine aşina olurduk. Unutuş zihne genişlik verir, baskının ve zulmün, karanlığın ve kötülüğün ağırlığı karşısında zihnimiz zedelenirdi unutuş olmasaydı. Belya Düz’ün ‘’İkide Devre Beşte Biter’’ zihne genişlik veren mısralarla açılıyor:

’Bir çocuk görmek ister bir topun ne kadar yükselebileceğini

Ne kadar yükselebileceğini peşinden koşulmaya değer/ haylazlıkların

Bir çocuk unutur biraz önce üzüldüğünü

Unutur kime ne kadar küstüğünü’’

Çocukluk insanoğlunun derin bir hafızası. Zihni gülümseten bir hafıza. Yayvanlaştıran, gevşeten değil, gülümseten. Çocuklukta anne şefkatiyle yetişenlerimiz bilir ki annelerin yanında derin bir insani sıcaklık, bir güven duygusu yayılır etrafımıza, zihnimize ferahlık sunar. İman etmiş bir ümmetin annelerinin bahçesi serin ve temizdir. Zihne açılım sağlar. Genişletir ama gevşetmez. Bu yüzden tedirgin dururuz annelerimizin kucağında. Şefkatli bir tedirginliktir bu. Yaratıcının annelere bahşettiği bir ışıkla büyürüz. Bu bizi yakışıklı kılar. Güçlü oluruz. Sevgi ve şefkatle beslenen insanın kuvvetidir bu. Şiir zihne serinlik bahşederek devam eder:

’Bir çocuk annesinin kucağında mümin ve tedirgin oturur

Anneler kucaklarını açar titiz ve geniş

Bir çocuk annesinin kollarında parlak ve beyaz durur

Anneler kollarını açar serin ve temiz.’’

Çocuğun soru sorması, işin aslını öğrenmek içindir, soru sorar, bir talepte bulunur, talebedir, dünyayı anlamlandırma uğraşı içindedir, dış dünyanın kodlarını çözmek ister, biz yetişkinler gürültünün, kirin ve pasın dünyasında bir sessizlik arayışına yöneliriz, çocuk gelir sessizliği bozar, ilgi talep eder, dünyanın merkezidir çünkü, evresi, dönemi ve tabiatı gereği benmerkezcidir, ilgi ister. Sonsuz kere kurup inşa ettiğimiz sessizliği sonsuz kere bozar. Kuralların dünyasıdır çocukluk. Her oyunun bir kuralı, bir işleyişi, bir sistemi, bir organizasyonu vardır. Bu işleyişe müdahil olmanın tek bir şartı vardır çocuğun dünyasında: Kurallara uymak. Oyunu raconuna göre oynamak denir buna. Oysa bu günün yetişkininin oynadığı kirlenmiş oyunların kirlenmiş bir raconu vardır. Şiir, derin yapısıyla bu savsözü ispatlayan mısralarla devam eder.

İmgenin fetişizmine boyun eğmeyen bir tutumu var Belya Düz’ün. Türk Şiirinde şairin duyarlığının hayret ve hayranlıkla ıralı biçimlenişi, çocukluk izleği bağlamında daha çok Orhan Veli tipi şiirlerde tanık olduğumuz bir durumdur. Naif, çocuğun evreninden varlıksal olana bakışın egemen olduğu bir şiirdir Garip. Oysa Belya Düz’ün söze konu olan şiirinde anlatıcı figür, yukarıda da izaha çalıştığımız üzere dünyanın mahiyetine vakıf, iyiyi kötüden ayırt eden bir bilinçle ıralıdır. Bu anlamda şiirsel öznenin dünyanın saldırısına uğramış bir tutumla söz aldığını söylemek mümkün. Şair, şiir düzleminde çocuğun saf dünyasından hayata, insana ve olaylara bakan bir bakıştan uzaktır. Dünyanın ‘kötülüğünün’ bilincindedir. Bu yüzden ‘dünyanın saldırısına uğramış’ bir şair dedik, zira çünkü tümüyle bir ‘çocukluk güzellemesi’ de yer almaz şiirde, dünya kötü, hayat kötü, insanlar kötü, böyle bir dünyada özne, çocuğun nitel yönüyle bir değişimi arzular: Dürüstlüktür bu. Hesapsız, çıkarsız oluştur.

’İnsanlar bir çocuktan yola çıkarak açıklanır:

Hesapsız nefretsiz çıkarsız uyanmak bir çocuk gibi

Sonra kazanmak bunları büyüyen bir çocuk gibi.’’

Teknik olarak neredeyse sıfır imgeyle kurulmuş bir şiir. Şairin, sanatın ve estetiğin tuzaklarına karşı bir bilinç taşıdığı görülüyor. Sanattan ve estetikten uzak bir şiir deyişimizden maksat, süslemeci şiir anlayışının hayattan kopuk, soyut dünyasıdır daha çok. Şair herkesleşmiştir. Belya Düz, bu şiiriyle herkesleşen şairin çocukluğa bakışının imgeci kullanımdan uzak somut bir örneğini sergiler. Aksi takdirde şair, imgenin boyunduruğuna girip süslü, estetiksel şiire bel bağlasaydı, şiirsel imgelem çocukluğun evreninde eğleşmeyi tercih edecek, imgesel kullanışın ayyuka çıktığı boğuk, muammalı bir kaçış şiiri okuyacaktık. Buysa lirik ve duygulanımcı şiirlerde sıkça karşılaştığımız bir tutumdur. ‘’İkide Devre Beşte Biter’’, teknik olarak mısracı bir şiir. Muhteva itibariyle çocukluğun karakterine, sabitelerine ve ahlaki ilkelerine yönelik vurgusu ve sahici tutumu dolayısıyla şiir düzleminde bir şair ahlakını önerir:

’Müslüman tavrı ister bir çocuk verdiği sözü tutmak

Müslüman tavrı ister bir çocuk yalanla kandırmamak’’

İnsanın nesneleştiği, meta gibi kullanılıp atıldığı bir çağda, ‘’Hesapsız, nefretsiz, çıkarsız’’ bir ahlaktır bu.  Anlatıcı figür, şiirde müşahhas kılmaya çalıştığı üzere ahlak anlayışında mutlu hayallere yönelmez, ütopist bir tutumdan uzak, ayakları gerçeğin çizgisindedir.

Karşılaştırma-mukayese özelliği de taşır söz konusu şiir. İyinin ve kötünün mukayesesi, bir şairin çocukluğa yönelik penceresinden şiirin muhatabı olan okura yalın, seçik bir gerçek olarak işaret edilir. Metnin derin yapısında çocukluğun saf ve temiz dünyasıyla bu günün kirli algısı karşılaştırılarak okura sezdirilmeye çalışılır.

’Sokaklar dünyaya açılır çocuklar nezdinde

Allah ve yüksek binalar karşılaştırılır’’

Belya Düz’ün ‘’İkide Devre Beşte Biter’’ adlı şiirinin, bu günün bilincinde, hareket tarzı itibariyle  ‘bugün’ den, ‘şimdi’den yola çıkıp çocukluğun evrenini betimleyen, gözden uzak tutulmaması gereken bir şiir olduğunu düşünüyorum.

22.

Betül Aydın’ın ‘kelime kadavrası’ şiiri üzerine değiniler

a.

Ezoterizm, soyut ve gizemsel şiirin evren algısına deniyor. Soyut şiir deyince duygulanımın müşahhas olanla köklü bir bağ kurmadan, zamanla ve mekânla köprülerini atıp şairin zihninde başlayıp orada tamamlanan metinlere diyoruz. Şairi, metinsel bağlamda içinde yer aldığı toplumla herhangi bir soru/n ilişkisi içinde görmeyiz. Acıları ne bir toplum acısıdır ne de metinsel olan, bu acıdan neşvünema bulan bir duyarlıkla biçimlenir. Şairin zihninde deveran eden şey, ‘dünyada bir özne’nin hayatla ve varoluşla olan iç diyalogunun kâğıt üstüne aktarımı yani dışavurumudur. Ezoterik şairden bir vatan ve hürriyet meselelerini tartışmasını bekleyemeyiz bu yüzden. Meselesi içsel olanı ilgilendirir de ondan. Bu durumda şairin ışıldağı içe yani ki ruha/gönlünde olup bitenlere yöneltilmiştir. İçinde bulunduğu her hal ve durumda soyut imgelemle iş gören, kabuğunu kıramayan bir şairle karşı karşıyayız.

Betül Aydın’ın sitemize gönderdiği ‘kelime kadavrası’ şiiri de bu tarz bir ezoterik şiir evreninde kurgulanmış, yaşamsal olanın ve dirimselliğin çok çok uzağında, kapalı bir ‘iç dünya şiiri’ diyebileceğimiz mısralardan müteşekkil. Şairin ışıldağı içe yönelimli olsa da şiir boyunca öyle pek de aydınlık-iç açıcı-seçik bir iklimle de karşılaşmayız. Sanki şiir bilerek, şairin kasti iradesiyle karanlıklaştırılmış, duyumsal olanı kapalılaştırılmış, sanılarla, soyut ve flu imgelerle iş tutan-kelime, mısra ve şiir ören bir dünya izlenimi bırakıyor bizde. Çünkü kelimelerle biçimliyor dünyasını, varlık durumunu kelimelerle karanlıklaştırıyor. Şair bize başlangıç noktasından, orijinden sesleniyor. Başlangıç noktası bu dünya serüveninde ‘suçluluğun’ da çıkış yeridir. Bu anlamıyla şiirdeki mitolojik göndermeleri de göz önünde bulundurduğumuzda aşırı bir yorumla Hıristiyanlıktaki ‘ilk günah’ mitosuna ve İbrani İlahiyata ait dünya çağrışımlarıyla muhatap olduğumuzu söyleyebiliriz.

b.

Şiirdeki serimlediğimiz şu kelimeler, sözlerimizi somutlayacak tıynette olanları: ‘kadavra’, ‘rahim’, ‘sabit yaratıcılar’, ‘İsa’, ‘uyruk’, ‘çarmıh’, ‘İncil’, ‘çivi’, ‘Yehuda’, ‘ilah yontusu’..Ezoterik şiirin en belirgin vasfı, mitolojik evrene ait bir dünya tasavvur ederek okuyucunun zihninde gizemli bir atmosfer oluşturması, şiir kişisinin daha çok soyut anlam aralıklarından okuyucuya seslenmesidir.

‘kelime kadavrası’, anlam boşlukları olan bir şiir. ‘İsa’ya yeni bir uyruk yarattım’ mısraından önce, şiir kişisinden öncesinde ve sonrasında ‘neden ve niçin’ yarattığına dair bir hikâyeye tanıklık etmiyoruz. ‘çarmıh’  neden ‘boşa çakılmış’, ‘çürümeyen aynalara’ niçin ‘bakakalınır’, çürüyen değil de neden ‘çürümeyen’, aynalar çürür mü, İsa ile ‘yakazam ol’ şeklinde bir diyalog mantıksal olarak-reel anlamda gerçekleşmiş midir vs.

Hülasa şiirde mısralar arası anlam-illiyet bağını kurabilen dört başı mamur bir hayat serüvenine tanıklık etmekten yoksunuz. Dilek kipinde ‘ilah yontusu’ndan kabuğunu-bir varoluş yalnızlığı desek de niçin ve hangi sebeplerden ve söz-eylem ve oluştan yalnız kalındığına dair okuyucuyu aydınlatan gerekçeli bir mısra da yok-kırmasını isteyen bir özne karşısındayız.

Şaire mümkün olduğunca somut konuşmasını öneriyoruz. Nesnel imgelemle şiirler oluşturmasını, sıkı-sağlam bir gerçek bilinci ve gerçeklik algısını temel hareket noktası belirlemesini öneriyoruz. Olabildiğince doğrudan konuşmasını, doğrudan ifadeye öncelik vermesini, dış dünya ile çatışmayı göze alabilecek bir cehdin ve cesaretin sahibi olmasını öneriyoruz. Şiirinin deneyimlendiği mekân olarak benlik yapılarını değilse de duyarlığını ve şiirsel algısını kalabalık yerlerin nabız vuruşlarına ayarlamasını, şiirini sokak sokak gezdirmesini, somut durumları esas almasını öneriyoruz. Duraklarda, caddelerde ve alışveriş yerlerinde halkla iç içe şiirler yazmasını öneriyoruz. ‘Türkiye’ ve sorunları gibi temel ve köklü meselelerle hemhal olmasını salık veriyoruz.

Ruhunu her daim aydınlık kılmasını ve dünyaya taze bir algıyla yürüyüp hâllenmelerini çapaklı söyleyişlerle ve somutlukla biçimleyerek çeriyle-çöpüyle mümkün olan en çarpıcı şiirler yazmasını temenni ediyoruz.

Netice-i kelam Betül Aydın’ın ‘kelime kadavrası’ şiirinin, ezoterik anlam yapısı, gizemsel-içrek kelime kadrosu, soyut-içsel algılaması ve iç dünya problematiğiyle şekillenen bir şiir olduğunu söyleyebiliriz, diyerek metni sonlandıralım. 

kelime kadavrası / Betül Aydın

-okumak, ölüme eşelenen o rahimden, sabit yaratıcılara sıratın yumruklarıymış… yakma İncillerini.-

İsa’ya yeni bir uyruk yarattım

boşa çakılmış çarmıhım için

elim çivi tutsun,

yorgun köpeğimle

bakakaldım çürümeyen aynalara.

boğazımız iki dirhem

bir sıkımlık canımız

İsa yakazam ol dedi

oldum bir an Yehuda..

sesimde büyüyen bu karartıyı

nasıl yontsam da

içinden kuru şamanlar çıksa

çıksa eli kamburunda biri,

bağırsa:

-taş yeseniz de taş taş

yaşar mı masum bir sanrı…

söylemem,

çağırsam gelmezlerim çok.

köpeğim Harami’nin ön ayakları yok;

hadi ilah yontusu

kır kabuğumu

yeniden yeniden

tokatla beni Mê Ritil

23.

‘‘Eleştiri, insanlara eyleme sekte vurarak engellediği için bütünüyle verimsiz gibi görünür. Onlar, eleştiriyi, her şeyi peşinen kabul etmediği için negatif, gerçekliğin bütününe otomatik şekilde onay damgası vurmadığı için pesimist bulurlar.’’

                                                                  (Jacques Ellul)

‘‘Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri’’

                                                                  (Cemal Süreya)

‘‘Anadolu’da bozkır

Bir gebe düşünceyle yanmakta’’

                                                                  (Ahmet İnam)

‘‘Esasen yerine gelmiş her eleştiri, tahlil, tahrip ve inşa içerir. Eleştiri, özellikle tahribe dair kısmı nedeniyle sevilmez. Tahrip, inşayı baltalıyor sanılır. Oysa bilakis inşa, tahrip sayesindedir.’’

                                                                   (Hayriye Ünal)

Türk Dili, Haziran 2015, sayı: 762.

Mehmet Aycı, ‘Arakan’ başlıklı şiiriyle zulüm coğrafyasına duyarlıklı bir bakış getiriyor. Konformist bir düzen içre rahatına düşkün bir şekilde yaşamını sürdüren insanın incelmiş ve derin yerine sesleniyor Aycı. Okuyucuyu kalbinden yakalayıp sarsıyor. Bu savaş çağında Aycı, kelime repertuarı ve şiirsel kompozisyonuyla lirizmin uç sınırlarına dek uzanıyor. Şairin bugünlere gelen şiirleri arasında ‘dış dünya ilgisi’ bakımında ayrı-ayrıcalıklı bir yeri olduğunu düşünüyorum ‘Arakan’ın.  Lirik sanatın günümüzdeki yaygın örneklerinin sunduğu ‘aşka güzelleme’yle sınırlı, dar-daracık dünyasında ‘Arakan’, ‘saplı bir bıçak’ kadar gerçek ve diri. Gerçeğe, diriliğe ve yeniden dirileşe çağırıyor okuyucuyu Arakan. Lirik ve dramatik işaret taşlarıyla kanın hükümferma olduğu bir çağda yaşadığımızı hatırlatıyor.

Buradan ötesi ve sonrası, bir adım atmak, somut bir adım atmaktır.

Cengizhan Genç, ‘Şimdi Şiir Ebediyen Değişir’ şiiriyle bir ‘nazire şiir’ örneği sergiliyor. İzleksel açıdan da göndermeleriyle ve içerik özellikleriyle Hayriye Ünal’ın şiirini takip ettiğini söylemek mümkündür. Arayış içinde bir şair Genç, bir şiir genci. Bu şiirinde Genç’i soyut, içsel-karmaşık ruh yapısına yönelik betimlemeleri daha bir ağılık teşkil ediyor. Belirsizlik, soyutluk, karmaşık öz, savruk mısra yapısı, dolayımlılık, içreklik, kötücül damar, şiire dair ‘onay daması’ vurmamıza engel teşkil eden biçim ve içeriğe yönelik teknik kusurlar. Genç, ‘toprağın amansız antlaşmasıyla/yeşil bir kolordu geçiyor ellerimden’, mısraı üzerinden, somut deyişleri, ‘Adımı savaş meydanlarından alıyorum’ ve ‘Cengiz Han’a yüklediğin barbar sıfatı/Adımın yanında duruyor’ mısraları özelinde epik duyarlığa yakın seyreden deyiş biçimlerini şiirin geneline yayarak temiz ve berrak akışı olan gür bir şiir ağına ulaşabilir, diye düşünüyorum.

‘‘Kötülüğün insanı öptüğü an’’ ve  ‘özü olan bir şeyi idam etmeli, yaradılış gibi’’ mısralarını ise şiirdeki habis damarın bariz göstergesi olarak okuyoruz. Genç, duyarlığının şiirsel akışını/akarını, arındırıp durulaştırarak yalın (duygu ve düşünce çizgisinin derinlikli seçikliği ve apaçıklığı anlamında bir yalınlıktan bahsediyorum) ve yoğun bir şiir dünyasına varabilir. ‘Şimdi Şiir Ebediyen Değişir’ tüm kusurlarına rağmen ‘başarı izi’ görülebilen şiirlerden.

Veysel Çolak’ın ‘Bir Fotoğraf Dağılıyor’ başlıklı şiiri, derin bir hüznün dışavurumu, bir kartpostal şiiri..Bir fotoğrafa bakılarak yazılmış izlenimi edindiğimiz şiirde hatıralar ve duygular kırık, içerdiği dünya karamsar..Buruk bir şiir. Yine de yaşanan tecrübeye ve tanık olunan yenilgilere rağmen ‘yaşama sevinci’nin iki kişi arasında korunacak olması, iyimser olmaya ve umut etmeye dair okuyucuya bir dirilik fikri veriyor.

Sevgilim, bir kez daha yenildik

Hiç değilse bu yaşama sevinci aramızda korunsun

Hicabi Kırlangıç’ın ‘Yaşamak Sarp Geçit’ başlıklı şiiri, Ahmet Haşim’in duygu atlasını çağrıştıran bir duyarlılık zemininde yazılmış. Bu şiire, ‘muhayyel bir şiir katında şairin yaşamsal muhasebesi’ nazarıyla bakarsak sanırım yanılmış olmayız. Hüseyin Cöntürk’ün ifade ettiği anlamda Çağın Şiiri değil de daha çok şairin varoluşundan kaynak bulan bir şiir.

İçinde yer aldığımız dünyada yaşadığımızı bize duyuran bir şiir olmasını dilerdik.

ağır kış yolcusunun

tellalları kargalar

aynı şarkıyı ediyor tekrar

Bizce Ahmet İnam, ‘gönül adamı’ oluşunu ‘Anadolu’da Anahtar’ şiiriyle gösterişsiz bir biçimde ikrar ediyor. Anlam – yoğun bir şiir Anadolu’da Anahtar. Yoğunluğu gönlünün derinliğinden geliyor şairin. Anadolu’da Anahtar, anlam peşinde koşturup duran çalışkan okuyucuya Varlık’ın şiirsel şifresini sunuyor. Oldukça geniş bir gönül atmosferi ve yufka yürekli bir şair özneye ait olduğu izlenimi uyandıran Ahmet İnam’ın bu şiirinin, İstanbul Bir Nokta okuyucusu olan, olmayan herkese gönülden öneririm.

Ey mananın uslanmaz seyyahı!

Vücut ikliminin anahtarı

Gönül sandığında bulunmakta

Hasan Özlen, ‘Arşiv’ şiiriyle yer alıyor Türk Dili’nde. Henüz kendi sesini bulmuş, kumaşını örmüş bir bütünlük içinde olmasa da genç şairlerin ustalarının sesini taklit ede ede özgün şiir çizgisine ulaşabileceklerini düşünürsek, şairin burada yine de önemli bir şiirsel deney yaşadığını ifade etmek isterim. Taklit öznesi bir önceki kuşaktan da olsa eleştirel hükümlerimizi yerli yerine oturtmak için, bu şiirsel etkilenmeyi sürece yaymak, belli bir aşamadan sonra hüküm bildirmek gerektiğini düşünüyorum. Şairin kendini bulması ve şiirsel sesine ulaşması, etkiler alarak belli bir aşamadan sonra mümkün hale gelecektir. Özlen’in bu evreyi çabucak atlatacağını umuyorum.

Durmuş Beyazıt, somut bir söz söylemeye karar verdiğinde ‘başarılı’ diyebileceğimiz şiirler yazabilecektir. ‘Mutlak Değer’, seçik olmayan öz ışıltısıyla soyut – biçimsel bir denemeden ibaret.

Türk Dili, bugün itibariyle okuduğumuz 762. sayısıyla belli bir program dâhilinde hareket etmiyor. Mesela Hece’nin mevcut iç hareketliliği ve genç sinerjisi, Türk Dili’ne, şiir ve eleştirinin atak bir görünüm kazanması adına epey çok şey söylüyor olsa gerektir. Merkez-köklü dergilerden edebiyatın gürbüzleşip palazlanmasına yönelik ümit var bir duygu durumu içinde olmasam da içyapılarındaki tomurcuklanan gençlik aşısı yine de umudumu devindirip güçlendiriyor.

Türk Dili’ndeki değişimi olumlu buluyorum ama yeterli görmüyorum.

24.

Akif Hasan Kaya’nın ‘Gecenin İpi’ başlıklı hikâyesi göçmen bir kızla sevgilisi Yusuf arasında yaşanan ayrılığın lirik bir iç fırtınayı betimleyen anlatımıyla şekilleniyor. ‘Gecenin İpi’, rahat hikâye cümleleri, kolay okunurluğu ve sanatsallıktan uzak doğallığıyla başarılı bir metindir. Çehov’un bilindik benzetmesiyle, hikâyenin başında hazırlanan tüfek, final kısmında ateş alıyor ve hikâye sonlanıyor. Yusuf’un göçmen kıza hediye ettiği kırmızı kurdelenin ‘ayrılık’, akasyanın ‘umut’, karanlığın ‘kötülük’, ışığın ‘kurtuluş’, fikrini aşırı yorumla simgelediğini düşünürsek, Gecenin İpi hikâyesinin simgeselliklerle örülü lirik-soyut bir hikâye olduğunu ifade edebiliriz. Metnin gönderge alanlarının belirsizlik içermesi Türk Hikâyeciliğinin gerçekçi karakteriyle tezat teşkil etse de Modern Öykü Estetiği çerçevesinde çatılmış kurgusuyla ‘başarılı’ bir metin olduğunu söylemek mümkündür.

Recep Seyhan’ın ‘Böyle Oldu İşte’ başlıklı hikayesi, dil ve anlatım açısından kusursuz, söyleyiş bakımından ustalıklı bir çocukluk/nostalji hikayesi. Seyhan, hikâyesiyle yalnızca ‘geçmişe güzelleme’ yapmıyor, metnin sonunda ‘şimdi ve burada’ ile ân ile doğal bir bağlantı kuruyor ve böylece metnin yazılış gerekçesini açık ediyor. Bu anlamda yazarın metniyle geçmişin nostalji evrenine takılıp kalmadığını, geçmişin dünyasında boğulmadığını, bugünün dünyası içinden çocukluğuyla içten bir bağ kurduğunu görüyoruz.. Mamafih, Mavera dergisi kalemlerinden Seyhan, usta bir hikâyeci olduğunu  ‘Böyle Oldu İşte’ metiniyle bir kez daha kanıtlamış oluyor.(1)

Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun ‘Kız Kardeş’ başlıklı hikâyesi, anlatıcının küçük kardeşine yönelik dramatik duygulanımlarından oluşuyor. Tokmakçıoğlu, sürekli olumsuz cümleler kurgularken (olumluyu da ters ve zıt cümlelerle belirtir) metin boyunca yapmak istediği, anlatacaklarının dramatik yapısını kırmak, okuyucuda alışılmadık bir tepki oluşturmaktır. Buna rağmen metinde oluşan yoğun ve karanlık atmosfer dram yüklü havayı dağıtamıyor. Bize göre bir kız kardeşin ölümünden bu denli pesimist anlatı çıkması, bir çeşit kadere inanmamaktır. Kız Kardeş’in hikâye evreninde umut ışığı yok, sürekli yinelenen olumsuz hikâye cümlelerini bir de bu açıdan okumak gerekiyor. Anlatıcının yaşamındaki tanık olduğu dramatik olay,  bir ‘fotoğrafın arabı’ biçiminde negatif yansımalarla kurgulanıyor. Çıkış yolu olmayan, ışıksız, bedbin bir hikâye. Aydınlık olmasını dileriz…

Semih Topsakal, ‘İhtiyar’ başlıklı hikâyesini yaşlı bir hikâye yazarının bilincinde devinen soyut cümlelerle biçimlendirmiş. ‘Rüya’, ‘hayal’, ‘gerçek’ ‘kader’, ‘ölüm’, ‘keder’ gibi soyut nitelikli izleklerin iç gözleme ve sanatsal bir anlatıma büründürülerek yaratıcılık yönü ağır basan bir metin çıkışmış ortaya. Düş evreninde yaşan hikâyeci – hikâye kişisi- , final kısmında TV’yi açmasıyla yaşadığı flu dünyadan sıyrılıyor. Metnin bu aydınlanma anına kadarki kesimi, cümle kuruluşuna dek tipik bir Tanpınar hikâyesini anımsatıyor. Metnin aydınlanma anına dek geçen süre, derin bir bilincin kendine dönük, zaman ve mekan kayıtlarından kopuk iç izlenimleridir. Sanatlı-estetik öykü cümlelerinin okuyucuya duyurduğu ve okuyucuyu yaşattığı dünya-atmosfer, TV’deki haberin Üçüncü Dünya savaşını vermesi ve Ortadoğu’da on binlerce masum insanın öldürüldüğü haberini duyurmasıyla birlikte birden bire kırılıma uğruyor ve böylece Tanpınar’ın hikaye evreninden, düş ve hayal boyutlarından bugünün dünyası içine geliniyor.

Topsakal’ın bu anlamda ilginç-dikkat çekici bir ‘bilinç öyküsü’ yazdığını söyleyebiliriz. Topsakal’ın, bugünün Türkiye gerçekliğinden bihaber egemen modern öykü anlayışının zıttına, hayal ve gerçek, iç dünya-dış dünya arasında kurduğu öyküsel bağın ve gerilimin metnin başarılı bir yönü olduğunu görüyor, İhtiyar’ın okunması-alımlanması gereken nice işaretler taşıdığını düşünüyorum.

Bu değinilerden kısaca şu sonuçlara varıyorum:

1-Bu metinler özelinde konuşacak olursak, Türk Hikâyeciliği, tikel-tümel, özel-genel, iç-dış, soyut-somut ayrımının farkına vararak ilerliyor ve gerçeklikten kopmayan yeni öykü deneyleri ‘‘gerçekleştiriyor’’.

2-Günümüz şairi, hikâye yazarlarının farkına vardığı bu bağ/illiyet ve şimdi ve burada anlayışını soyutluk ve içreklik özellikleriyle biçimleyerek (bazen bu, anti-şiir bağlamında deneysel uçlara ve gerçeklikten kopuk yeni biçim denemelerine varıyor) meselesizleştiriyor. Böylece günümüz şairi, hayat kadar kadim sarsıcı bir uygarlıktan yani ki hayatiyetten yola çıkmadığı için yazdığı, bir şeye ama önemli bir şeye temas etmiyor. Dolayısıyla ortaya köksüz, şimdi ve burada olamayan, ilgisiz, sahte metinler, metinsiler, şiirimsiler çıkıyor.

Bunu da şiirsel akıl sahibi, anlayış ve fikir adamlarına ifade etmiş olalım.

Değince Dokununca devam edecek… 

 ­­­___________

25.

Sade Edebiyat, 1-2-3.

Sade Edebiyat Aydın-Efeler’den Türkiye sathına yayılan yeni bir dergi. ‘‘sade-ce edebiyat’’ mottosuyla Güz 2014’te sadeliğin, yalınlığın, yalın ve süssüz durmanın duygusal gergefini örmeye başlamışlar. Yaz 2015 itibariyle yeni yol ve yoldaşlar edinerek 3. sayısıyla hayatlarındaki sadeliğin içli/dokunaklı türkülerini yer yer romantik duyarlığa evrilerek çığırmaya devam ediyorlar. Kimler var Sade Edebiyat’ta? Belli başlı, iyi yürekli üç beş adam. Derginin sahipliğini Okan Aksoy üstleniyor. Yazı işleri ve yayın kurulu üçü beşi geçmese de dergide genellikle karar mercii yani işi kotaran adam, bir tek kişidir. Diğerleri örneğin Aksoy’a fikri bazda öneriler, yazınsal metin-ürün sunarlar. Dergilerde işler tek adam öncülüğünce yürütülür.

Şiirlerde duygusal gergef kalbe yönelik

Süleyman Turgut, ‘Bir Şimal Rüzgârı Gibi’ (Sade, 1) başlıklı şiirinde yer yer epik çağrışımları olan bir geçmiş zaman ağıtı düşürüyor yürek atlasına. Şiirin temel iletisi ‘‘geçmişte her şey daha güzeldi, yeni zamanlarda bozguna uğradık, masumiyetimizi ve umudumuzu yitirdik’’ cümlesiyle özetlenebilecek bir yenilgi psikolojisiyle kaleme alınmış.  ‘‘Atlılar korkmuştu, süngülerimizin dünyevi parıltısından/çekinir olmuştu krallar’’ mısraları üzerinden daha güçlü öznelerin konuştuğu cesaretli şiirlere varabilir Turgut. Böylece dinamik bir duyarlıkla şekillenmiş canlı, işlek, işlenmiş bir duygu gergefini örerek atılgan, öne atılan anlamında atılgan, hareketli bir şiir evrenine ulaşabilir. Turgut’tan ‘çağımıza inat’ berkitilmiş şiirler beklemek hakkımız.

Muzaffer Müren, ‘Biraz Fransız Kalalım’ (Sade,1) şiirinde Cemal Süreya ve Turgut Uyar şiirlerine mısra düzeyinde göndermede bulunsa da Süreya ve Uyar şiirlerinin üstüne yeni bir şey, bir duyarlık, bir taş eklemiş değil. Müren’den açılımlı şiirler bekliyoruz.

Okan Aksoy, ‘Balon’ (Sade, 1) şiirinde İbrahim Tenekeci şiirinin dolaylarında dolaşarak yeni bir duyarlık oluşturma arayışına giriyor. Şiiri oluşmakta olan bir şair Aksoy, Tenekeci şiirinin yanına yazılabilecek yeni ve özgün bir ada oluşturduğunu söylemek için henüz erken. Burada, bu etkileşme ve esinlenmede kalmaması, kendi şiirsel çemberini oluşturması gerektiğini söyleyeceğiz Aksoy’a. ‘Balon’, tek başına som bütünlüğüyle yeni bir duyarlık oluşturmaya aday. Yani Aksoy’a ait. Mısra yapısı itibariyle İbrahim Tenekeci, ayrışan, sınırlı dünyasıyla Okan Aksoy. İşte Aksoy, bu sınırlı evreni kendi içinde helezonlar oluşturarak genişletip devindirmesini bilmelidir. Yeni bundan sonraki süreçte ‘hüznüne’ bir dünya getirebilmelidir Aksoy. Biz de Aksoy’un Tenekeci’nin şiirinden ayrı, ayrışık bir bilinçle yazılmış, kendine has bir dünya/evren anlayışının olduğuna kanaat getirelim.

‘Gitmek’ değil, bizatihi burada kalıp çağ içinde çağ yangınlarına uğrayıp katışarak mücadele etmek gerekiyor. Mervan Söylemez’de durum tersi bir şiir bilinciyle işliyor. Modernizme yabancıysak, çağ bize göre değilse ‘Cübbemizi alıp gidelim Şeyhim’ demek çözüm değil. Günümüz liriğinde ağırlıkla yer alan ‘gitmek’ temasının çıkmazı da burada gizli, çözümsüzlüğünde yani. Mervan Söylemez’in ‘Neyimize Yetmiyor Cübben Şeyhim’ başlıklı ‘ensemden bir yara sızıyor’ mısrasıyla başlayan şiirini güzel buldum, kendini okutuyor. Ancak söylem düzeyinde sıkıntıları olduğunu düşünüyorum şiirin. Bugünün dünyası içinde ‘gitmeyi’ önermek yerine, tek başına kalsam da mücadele etmeyi tercih ederim.

Batuhan Durak’ın ‘Bay Baykuş’ (Sade,2) şiirinde ense kökümüze kadar sızmış ağdalı, koyu bir romantizm temel bir zafiyet durumu olarak göze batıyor. Geçmiş zamanların hatıralar aralığından yazılmış hüzün yüklü bir şiir. Metnin devingen olmayan yapısı, ironik deyişleri de görünmez kılıyor. Karanlık, aşırıcı duygucu bir şiir.

Süleyman Turgut’un ‘Biraz Şiir’ (Sade,2) başlıklı şiirsel yazısı (şiirsel, yani henüz şiirin tehlikeli bölgelerine sokulabilmiş değil) farklı bir deney olmasıyla düşüncenin şiirine kapı aralayan bir metin. Turgut, burada herkes’leri tanımlarken tanımlar üzerinden yeni düşünsel-şiirsel açılımlara gidebilir. ‘Biraz Şiir’ çokça şiir, çokça düşünce olduğunda herkes’lere getirilen tanımların niçin yapıldığı da açıklığa kavuşmuş olur. Ayrıca bölüklerdeki mısra tekrarları da şiire oyuncul bir nitelik katıyor. Şöyle diyebiliriz öyleyse, Biraz Şiir tasarım olarak iyi, yapılanışı itibariyle oyuncul, şiiriyet derecesi bakımından da yasak bölgelere yönelik girişimci olmayan özelliğiyle yeterli oranda değil. Biraz cesaret o zaman.

Tenekeci şiirleri esin nesnesi

çalışılmış yerden çıkmış bir soru gibi dünya’ mısrası bir Okan Aksoy mısrası değil, İbrahim Tenekeci’nin benzetme sanatına dayalı olarak kurduğu metaforlarından biri. Şu mısralar da mısra kurma tekniği olarak Tenekeci’nin biçimsel tutumuna ve yapı işçiliğine bir örnek: ‘ağaç dikiyorum bu gölgelik dünyada/büyümüyor güneş olmadan asla/cesaret edemiyorum/bir türlü, sormaya’ Aksoy’un kendi şiirini kurmak bahsinde söylediklerime dikkat kesilmesini öneririz. İbrahim Tenekeci’nin duygusal gergefini değil, ‘bir sonbahar ürkekliğinde’ kendi kumaşını örmesi gerekir Aksoy’un.   İlk şiirlerini yayınlayan Aksoy için bu etkilenim olağandır ama şiire ait alanlarda kendi yolunda yürümesi daha tercihe şayandır.

Mervan Söylemez, ‘İnsan Kalbiyle Sınanır’ başlıklı şiirsel denemesinin bir ‘şiir dili’ kurma noktasına sıkıntıları olduğunu bu metin özelinde ifade edebiliriz. ‘İnsan Kalbiyle Sınanır’, denemenin duygusal alanında oluşturulmuş, duygu’nun cümleler aracılığıyla dışavurumunda şekillenen ve doğan bir metin. Söz konusu metin henüz şiir katına yükselebilmiş değil. Söylemez, geleneksel dünyanın tematik unsurlarını bugünün dünyası içine taşıyabilirse canlı, işlek bir şiir diline ulaşabilir. İnsan Kalbiyle Sınanır’da ‘çağına girememek’ temel bir problem olarak göze batıyor. Geçmişin dünyasına ait manevi-edebi figürleri yenileştirici bir algıyla çağımıza getirmiyor Söylemez. Dolayısıyla metin, sadece soru sorup duygusal bir iz bırakmakla yetiniyor. Bu şiir bugünün insanına, mesela AVM’leri mabet bellemiş çağdaş insana, çağdaş duyarlığa hitap etmiyor. 

Sade Edebiyat dergisindeki bizce dikkat çeken şiirlere öneriler noktasında değindik, açık açık fikrimizi beyan ettik.

Sade Edebiyat, bir zamanlar Anadolu’da çıkmış Kırağı, Martı, Yitik Düşler, Sühan gibi geleneksel dergicilik anlayışı paralelinde yayın yapan çiçeği burnunda bir dergi. Romantik, düşçü, duygusal, lirik tabakaya hitap ediyor. Sade edebiyat’ta bir Türk düşüncesi yok. Şiir eleştirisi es geçilmiş. Önerimiz, gelenekçi bir yayın anlayışı yanında, eleştirel düşünce temelinde de kotarılmış çalışmalara dergilerinde yer vermeleridir.

Böylece şiirsel etkilenimlere mümkün mertebe daha az yer veren, kendi sıkı kumaşını örme noktasında ciddi çalışılmış şiirlerle birlikte, organizeli bir dayanışma ruhuyla Anadolu dergi atlasına yeni bir ilmek atabilir, kalıcı izli etkilerde bulunabilirler.

Dergiler arasında kibirli bir entelektüalizmin ve elitist kasılmaların okuyucuyu bunalttığı bir evrede, sadeliğin önemli bir fikir ve güzel bir tercih olduğunu söyleyebilirim.

Başarı dileklerimle..

26.

Türk Kumaşından Bir Şiir: M. Sadi Karademir’in ‘Zırh’ Şiiri Üzerine

Şimdiden geriye bakıyorum da 2000’li yıllarda -2015 Şubat’ında- bir şiir ancak bu kadar Türk Kumaşından yapılabilir. Türk Kumaşı evet, Bay M. Sadi Karademir’in Dergâh dergisinin 300. sayısında yayınlanan ‘Zırh’ adlı şiirinden bahsediyorum. Türk Kumaşından yapılmak bu şiirin temel karakteristik vasıflarındandır. Biz bu yazımızda, nevi şahsına münhasır şairlerden olumlu ve geliştirici etkiler taşıyan ve Türk Kumaşından yapılan bu şiiri, neden beğendiğimizin ve niçin Şubat şiirine aldığımızın gerekçelerini sunacağız.

Kalemimizin ve kelamımızın tasvir-tavsif-tetkik kudretince Zırh’a yönelik bir karakter analizi serimlemesi yapacağız. Bu yazımızın bir deneysel/temrinat çalışması olduğunu da evvelen belirtmiş olalım.

Tarihsel yürüyüşlerinde milletler, kendilerine olan özgüveni yitirdiklerinde çöküşten kurtuluşa doğru bir çare aramak düşüncesiyle çözümü tercihan güçlü olandan yana çalışmakta, üstün olandan tarafa çabalamakta bulurlar. Özgüven yitimi uzun yıllar bulan ve süregelen bir çöküşün temel saiklerindendir. Tarihe geç kalan bir millet olduğumuz gerçeği bize yani var olan kritik duruma hal çaresi arayanlara bir fikri sabit olarak kabul ettirildi. Geç kalmış bir bilinç, treni kaçıran yada kaçırmaması için gayret sarf eden ve koşturulan bir millet gerçeği, tarihin merkezi bilinci olmuş, tarihe bilinç aşılamış, tarihi karakteri doğrultusunda yönlendirmiş bir millete, özgüveni sağlamış bir tarihsel yürüyüş kazandırmadı. Ne uğruna? Geç kalmıştık, ileri medeniyetlere ulaşma uğruna. En nihayet etrafında olup biten değer aşınımına ve değer yozlaşmasına yaşamsal deneyimi, ruhsal kodları ve bilinçli duruşuyla ‘red’ cevabı veremeyen yaralı bilinçli kırıklı yapılı bir millet haline geldik.

Bay Karademir, Zırh isimli şiirine işte yukarıda açıklamaya çalıştığımız tablonun tam tersi bir istikamette canhıraş bir kaygı, bir kriz cümlesiyle başlar:

‘‘Gecikmiş bir paydosun anonsu bu duyulan

Hayır! Hiç kimse için istavroz çıkaramam!’’

100 yıllık bir projenin devamı olarak Hristiyanlaştırılan dünyevi profan kapitalist bir millet olma sürecinde şairin şiiriyle estetiğin olanakları çerçevesinde ‘hayır’ deyişini, yaşanan değişim-dönüşüm sürecini bir reddediş biçiminde okumaktan yanayım. Şair ‘hayır’ diyerek aslında gemiyi terk etmeyeceğini bize söyler gibidir. Bu ‘hayır’ ile Tanzimat’tan bugüne devam eden Batılaşma macerasına katılmadığını şiirin derin yapısında duyurur. ‘İstavroz’ ritüeli Hristiyan dini kültürüne ait bir eyleme-davranış biçimi. Şiirin ikinci mısraının ‘hayır’ kelimesiyle başlaması ‘istavroz’ ediminin şiirin Türk karakteriyle uyumlu olmadığını da satır aralarından okuyucuya duyurur. Şair burada, bu egemen ve ifsat edici benzeşik kültür biçimlerine anti-konformist bir tavırla katılmadığını protest bir eda ve ifade ile aktarmış, yansıtmış olur. Bu, haddi zatında hayat ve edebiyat bağlamında temel karakteristik vasıflardan uzaklaşmaya karşı, yozlaşmaya yönelik bir reddir.

Şiirin ikinci öbeği yedi mısradan oluşuyor. Bu bölümde Bay Karademir, Türk’ün tabiatla bütünleşik vasıflarını ve duyuş biçimini ortaya koyuyor. Şiirin bu bölümü birden fazla temel kaziyeyi zihnimize bırakıverir. Bunlardan biri, ‘Tabiatı harekete geçiren Mutlak Kudret, İlahi İradedir’ gerçeğidir. Şiirin akışkan duyuşsal kombinasyonu ve mısralar arası geçişkenlik, bu sonuca varmamızı sağlıyor. Çünkü tabiatı doğru okumasını bilen yalnızca Türk’tür. Türk’ün tabiata yönelik bakışı bir dirimsellik ve dinamizm içerirken, Batılının tabiat algısı kullanıp sömürme tahrip ve tahriş etmeyle alakalıdır. Türk’ün tabiatı dirimden doğru gelir, Batılının doğası inhiraf çizgisidir. Ve o çizgi sürekli aşılıp geçilir.

‘‘Ah şu Roma’yı yıkan bizdeki üstün akıl

Ne çok azmettiriyor metruktaki güneşi’’

‘Metruktaki’, terkedilmiş, ıssız yerdeki güneşi azmettiren, harekete geçiren, Tabiat’la duyuşsal – ruhsal özdeşliğe varmış olan Türk’ten başkası değildir.  

Şiirin ikinci bölümünün dördüncü mısraındaki, romantik çağrışımları olan bir sıfat tamlamasıdır: ‘Hercai menekşeler’. Bu tamlamadan şiirde konuşan öznenin romantik karakterli olduğunu anlıyoruz. ‘Hercai menekşeler’, aşka hoyrat bakmanın, gürbüz ve başı dalgalı olmanın estetik bir ifadesi aynı zamanda. Cesaretli, tarazlanmış, tıka basa isyan duygularıyla dolu olmanın romantik ibaresi. Bu minvalde tabiatı oluşturan bütünlük ve tabiata dair ögeler, şairin sönümlenmeye uğramış duygularını harekete geçirir:

‘‘Sarsıyor savsaklayan canlı, sersem kim varsa

Tutunca kıvamını hercai menekşeler’’

Tabiattan hayat damarlarımıza akan vahşi bir barbarlıktır. Dinamizm, hareket ve canlılıktır tabiattan insan ruhuna yansıyan. Tabiatın ruhumuzca özdeş kılınmış anlamı budur. Tabiat, insana yönelik barbar etkisiyle zamana hareketlilik katar. Tabiattan insana, insandan an’a dek dinamik bir akış, Türk’ün şecaatli azmini ortaya çıkarır. Bu durumda, doğal niteliklerinden uzaklaşmış ve doğal olana yönelik müdahil tavrıyla siyasi karar mercileri, Türk’ün bu asli karakterinden bihaber kalacak, şiirin ve tabiatın Türk’e kazandırdığı bu bilgiyi doğal olarak duyurmayacaktır:

‘‘Bir vaşak geçirince tenime dişlerini

Her ân, kısık ateşli bir isyana dönüyor

Bunu hiç duyurmayacak hükümet sözcüleri’’

Tabiatın Türk’e sağladığı duyuşsal hareketlilik, bir isyan duygusunu, zamanı ölgünlükten kurtaran hareket hissini açığa çıkartır. Akış; harekete, eyleme, canlılığa, dinamizme, yoğunluğa, ataklığa, atılganlığa ve en nihayet, ‘‘ateşli bir isyana’’ yöneliktir.

Zırh’ın üçüncü bölümü, metnin arka planında devasa mekanizmasıyla bir sistemin işlediğini bize duyurur: Modernizm. Zırh, bir savaş meydanında vuku bulmasından ziyade, bana duyuşsal örüntüsüyle bir mahkeme ortamında yaşandığı hissini duyuruyor. Mahkeme salonunun dışında ‘‘kan ve küfür’’le tıkanan mekansallık, şehrin Türk kumaşından kendine pay biçen şairin soyadının yasak listesinde asılması ve nihayet meydana çarşaf çarşaf serilen düşüncelerin sonunda, şairin Türk olmayan ve Türklük vasıflarını taşımayanların ruhunu anlayabilmeleri durumunda aklanmış sayılabileceğini ifade etmesi, hem anlaşılmadığını, hem anti-Türk bir işleyişe red yanıtı verdiğini hem de bununla birlikte şiirsel olayın bir mahkeme salonunda cereyan ettiğini açık uçlu-çok boyutlu anlam yapısıyla bize duyuruyor.

Şiirsel anlamını serimlediğimiz üçüncü bölümün şiirin ortasında yer alması, şiirsel mahkemenin metnin merkezi noktasını teşkil ettiğini düşündürür. Söz konusu üçüncü bölümün tümünü buraya aldığımızda sanırım durum ve yaptığımız açıklamalar netleşir:

‘‘Ana arterlerine kan ve küfür tıkanan

Şehrin Türk kumaşından kendime bir pay biçtim

Asıldı yasak listesine soyadım

Serildi çarşaf çarşaf ortaya düşünceler

Anlayabilselerdi aklanmış sayılacaktım’’

Bu bölümün ikinci mısraı olan ‘Şehrin Türk kumaşından kendime bir pay biçtim’ deyişi, nefis bir mısraı berceste olarak şık duruyor. Zırh’ın karakteristik yapısında ‘şah mısra’ olarak da okunabilir pekâlâ. Güzel bir deyiş, som bir mısra. Zırh’ın merkezi yerinin, odak noktasının burası olduğunu düşünüyorum. Bu bölümün metnin ortasında yer alması, arterlerine kan ve küfür tıkanan bir şehirde, mahkeme salonunda şiirin mekânsal alt yapısını, zihinsel zeminini kuruyor.

Dördüncü bölüm, çeşitli yorumlara kapı aralayan, yorumu çoğullaştıran türden zengin anlamlar demetiyle karşılaştığımız seçik söyleyişe sahip biçimsel ve izleksel öğeleri bünyesinde taşıyor. Şiirin anlamsal yapısında, ortaklaşa bankacılık sisteminin genç Türk’e kastettiğini, finansal kapitalin var oluş gerekçesini pekâlâ anlayabiliyoruz. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın finansal sistemin işleyişine dair yazdıkları bu hususta bize metni aydınlatan yol gösterici bir ışık vazifesi görüyor:

‘‘Bütün tekelci kapitalist devletler kendi üretimlerini ayakta tutabilmek için halkına veremediği malları, satamadığı malları-çünkü daima sömürüldüğü için bütün malları halk satın alıp tüketemez- bu malları dışarıdaki pazarlara satar. Ama kapitalist memleketler, ister istemez hepsi birbirinden kocaman Finans – Kapital canavarı haline geldi mi ister istemez mal ihracına karşı gümrükleri yükseltirler, birbirlerinin gümrüklerini karşılarına alırlar. O karşılıklı gümrük yükseltmesi sonucu, gümrükten mal geçiremeyince: Paranın kokusu yoktur sözüyle anlaşılacağı gibi, para aktarmaya başlarlar. Sermaye ihracı yaparlar.

Gene ikinci nokta, bu sermaye ihraçları yoluyla gittikleri ülkelerde nüfuz bölgeleri kurarlar. Yani içine işledikleri bölgeleri: şurası senin, burası benim diye dünyayı paylaşırlar. Ve aralarında harp patlayıncaya kadar böyle kendi sınırlarını birbirlerine tanıtan anlaşmalar yaparlar.’’ (2)

Bay Karademir, son derece seçik ve yoruma yol veren açık söyleyişli şiiriyle bu ‘kolektif bankaların’ nüfuz yoluyla ülke genelindeki gençleri kuruttuğunu ve ruh çoraklığına uğrattığını estetik ifade olanaklarıyla dile getirir:

‘‘Kuruturken gençliği tüm kolektif bankalar’’

Bu durumda ve bu anlam ağında, birleşmiş milletlerin zulümde birleştiklerini de ‘dünyaya açık bir zihin’ pekâlâ kavrayabilir:

‘‘Ve milletler onadıkça birleşmiş zulümleri’’

Bu bölümün üçüncü mısraındaki ‘gayri ihtiyari değişim’ ibaresini ‘iradi değişim arzusu’ biçiminde okumaktan yanayım:

‘‘ölmeliydi bizdeki gayri ihtiyari değişim’’

Doğaldır ki bu değişim-dönüşüm rüzgârında insan karakterine yönelik satın almalar da gönüllü olacaktır:

‘‘Satın alınmaların gönüllü olduğu çağda’’

Haram lokma yemeyenlerin, aç karna çalışanların, alın teri dökenlerin, ezilenlerin, horlanmışların, kimsesizlerin, zayıfların, arkası sağlam olmayanların, zulme uğramışların ve mağdurların da izzetinefisleri ezildikçe ezilecek, horlandıkça horlanacaktır:

‘‘Ezildikçe onuru haram yememişlerin’’

Dördüncü bölümde şairin ulaştığı nihai hedef bir kelime-i isyan tavrını sergilemek, bu gâvurlaşma temayülüne ‘kocaman bir hayır’ demektir:

‘‘Ol kelime-i isyan şiddetiyle buyurun:

Bu işin bir oluru, olmayacak kardeşim!’’

Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifine bir anıştırma yaparak sonlanan bu bölüm, en nihayet bize şunu söyleyecektir:

Batılaşma macerasında ‘olmak’, yok olmaktır, hiçlenmektir, hakeza yabancılaşmaktır. Bu işin, bu işleyen mekanizmanın, bu tahkim edilmiş sistemin Türk’ün hayrına işleyen hiçbir tarafı yoktur. Yedi mısradan oluşan dördüncü bölümün tamamını okuyucunun zihninde bir bütünlük oluşturması bakımından buraya alıyorum:

‘‘Kuruturken gençliği tüm kolektif bankalar

Ve milletler onadıkça birleşmiş zulümleri

Ölmeliydi bizdeki gayri ihtiyari değişim

Satın alınmaların gönüllü olduğu çağda

Ezildikçe onuru haram yememişlerin

Ol kelime-i isyan şiddetiyle buyurun:

Bu işin bir oluru, olmayacak kardeşim!’’

Zırh’ıyla ortaya çıkan şecaat azmindeki şairin, adına kurulan mahkemeden geçerek kapital sistemin millete yaptığı fenalıklara tanık olarak vardığı son-uç, nihai şiir cümlesi, kelime-i isyan ile birlikte şu iki mısradır:

‘‘Ey düvel-i muazzama, görünmez zırhım sağlam!

Hayır! Hiç kimse için istavroz çıkaramam!..’’

Küresel egemen zihniyet biçimlerine ‘sağlam zırhıyla’ kocaman bir hayır diyen Bay M. Sadi Karademir’e selam ederim.

 ____________

  1. M. Sadi Karademir, ‘‘Zırh’’, Dergâh, Şubat 2015, S. 300.
  2. Hikmet Kıvılcımlı, Finans-Kapital ve Türkiye, Derleniş Yay., 2.bsk., Şubat 1997, İst.   

ZIRH / M. SADİ KARADEMİR

Gecikmiş bir paydosun anonsu bu duyulan

Hayır! Hiç kimse için istavroz çıkaramam!

Ah şu Roma’yı yıkan bizdeki üstün akıl

Ne çok azmettiriyor metruktaki güneşi

Sarsıyor savsaklayan canlı, sersem kim varsa

Tutunca kıvamını hercai menekşeler

Bir vaşak geçirince tenime dişlerini

Her ân, kısık ateşli bir isyana dönüyor

Bunu hiç duyurmayacak hükümet sözcüleri

Ana arterlerine kan ve küfür tıkanan

Şehrin Türk kumaşından kendime bir pay biçtim

Asıldı yasak listesine soyadım

Serildi çarşaf çarşaf ortaya düşünceler

Anlayabilselerdi aklanmış sayılacaktım

Kuruturken gençliği tüm kolektif bankalar

Ve milletler onadıkça birleşmiş zulümleri

Ölmeliydi bizdeki gayri ihtiyari değişim

Satın alınmaların gönüllü olduğu çağda

Ezildikçe onuru haram yememişlerin

Ol kelime-i isyan şiddetiyle buyurun:

Bu işin bir oluru, olmayacak kardeşim!

Ey düvel-i muazzama, görünmez zırhım sağlam!

Hayır! Hiç kimse için istavroz çıkaramam!..

(Dergâh, 300)

27.

Sema Enci’nin ‘Büyük S’ Şiirinde Öznenin Halleri

Sema Enci’nin Büyük S adlı şiiri lirik bir öznenin kahramanlık talebinin kararsızlık halinde de olsa bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak tebarüz ettiği bir şiir. Büyük S, kahramanın kapısını sessizce tıklıyor. Biz bu yazımızda işte bu cümlelerimizin açılımını sunacağız sizlere, böylece Büyük Şiire giden güzergâhta Büyük S’nin durumsal içeriğini tartışacağız.

Bana çok şeylerden bahset danyal diye başlamak istiyorum’, şair ipi uzatır, kahramanın tutku içre dünyasına bir ip sarkıtılmıştır. Çıkışsızlık içinde veya durumunda kalan lirik özne, bir kapı değil, ‘giriş’ aramaktadır. Kahramanın tutkuyla özdeş, muhayyel dünyasına bir girişle girilecektir: ‘bir giriş arıyorum ama kapı değil’. Somutun, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın salim bir zihinle ayırt edildiği bir dünya değildir bu, girilecek olan dünya doğru’nun dünyası değildir, çünkü özne ‘ben doğru değilim’ demekle kendi yan-ı-lış durumunu doğrulamak çabasındadır. Öznenin yan-lı-ş durumunun sebep ve sonuçları veya kaynağı nedir?

Doğru’nun olmadığı bir dünya

pencerelerin de açıldığı doğru manzaralar yok’ Doğrunun olmadığı, zafiyetin veya yumuşaklığın, kırılganlığın olduğu bir dünya. Peki, kahramanın çağrılmasıyla bu girme çabası içinde olunan dünya kahramanın tabiatına uygun mu? Burada öznenin inancı, sertliğin, doğruların geniş/genişletilmiş sınırlarını bize haber vermiyor, yine burada öznenin inancı kahramanın olagelen inancıyla bir koşutluk içermiyor: ‘yumuşak şeylere inanıyorum’ Burada kuvvetli/güçlü bir özneyle karşılaşmıyoruz. Öznenin inancı zafiyetidir, yumuşaklığı, zayıflığıdır.

Demek istediğimiz, özne, şiir boyunca, somut bir eylemde bulunmuyor. Öznenin inancı mesela ‘üstüne çektiği battaniyedir’, ‘fırçada kalmış resimdir’ ama yine de özne bu durumda bir eylemde bulunma, iradi bir tutum belirleme noktasında değildir: ‘fırça elimde/ bu bir fiilsizlik gibi görünüyor’.

Görüntü, suret ve aynanın asimetrik bir durum arz ettiği denge bulma çabası içinde bir ‘giriş’ aramaktadır özne: ‘ben aynada çok fil’ Özne girişine bir gerekçe bulmuş olsa da (kahramanın çağrılması, danyal) henüz girişini başlatıp kahramanın tutuşan hayallerine ulaşabilmiş değildir: ‘bir giriş arıyorum ama kapı değil/kapı değil/kapı değil’ Kahramanın isminin telaffuzu ve çağırma talebi, ‘çivisi çıkmak’ deyimiyle betimlenir. Çivisi çıkmak’ın aşırı yorumla metin dışında ve metinle alakalı türlü çağrışımları var: Çivisi çıkmak, dünyanın çivisi çıkmak, dostlukların çivisi çıkmak, değerlerin çivisi çıkmak, -daha genişletilebilir- insanın zihin haritasının çivisi çıkmak, binadaki kirişlerden birinin çivisi çıkmak, tahta masanın, oturağın, sandalyenin çivisi çıkmak vs.

Çivisi çıkmış bir dünyada

Çözülmüş, çıkış arayışında lirik bir öznenin tabiatıyla karşı karşıyayız.. Hakeza öznenin kahramanı çağırması, kahramanın destansı evrenine, bütünlüklü dünyasına, üstelik değerlerin/değerlerimizin konuşulduğu, doğru ve yanlışın seçik bir zihinle ayırt edildiği özlenen/özlemi çekilen/öze çekilen bir dünya değil, bir temelsizliğin, kağşamanın, gevşemenin, çürümenin olduğu bir dünya bu: ‘danyal demişsem bir şeylerin daha çivisi çıkmıştır’ Elbette temelsizliğin olduğu bu duyarlık evreninde ‘memleket meseleleri’ konuşulmayacak, şiirleştirilmeyecektir: ‘memleket meseleleri çok yumuşaksız’.

Öznenin yoğun ama çözülmüş özünün dışavurumu sıfatlara aşırı bir yüklenmeyle dilbilgisi kurallarının ilkelerle çevrili sınırlarını aşabiliyor, aynı zamanda Çehov’un meşhur benzetmesine kıyasla şiirdeki tüfeğin burada patladığını düşünüyorum, yani öznenin giriş arayışındaki yüklü özü artık memleket meselelerinin dahi konuşulmaz olduğu kompleks bir varoluş durumu arz ediyor: ‘buna dil bilimcileri içerlenebilir olsun’ Özne ‘dışarıda’ olduğunu ifade etse de biz burada son derece özünün yani ki şiirsel bilincinin kıvrımlarında dolaştığına tanık oluyoruz: ‘ben dışarıdayım her bir şeylerin/dışındayım bir giriş arıyorum ama kapı değil/adım merhaba nasılsın/adım görüşürüz hoşça kal’

Adım çok beklemiş bir gök

Bu monolog biçimi de bize gösteriyor ki, şiirsel bilincin bu kahramanlık özlemiyle birlikte ‘artık bir adım olsun’ diyebileceğimiz bir ‘adlandırılma’ talebinin olduğuna tanıklık ediyoruz, bu adlandırılma talebinin, temelsiz ve anlamsal olanın kirişlerinin çözüldüğü bir dünyada özne için çok gerekli ve zorunlu bir ihtiyaçtır. Bununla beraber, bu betimleme/tasvir gayreti, bugünün çıkışsızlıkla malul modern insanın boşlukla yazgılı evrenine sıkı bir göndermedir, özne burada sahici ve sağlam bir giriş için kalkış noktası arıyor. ‘adım çok beklemiş bir gök’ mısraını aynı şekilde bir yoğunluğun/yoğunlaşmanın ifadesi olarak okuyabiliriz. Gök bekler, bulutlar yoğunlaşır ve sonra beklenen olur, yağmurun yağmasıdır bu. Bu ise öznenin içrek doluluğunun mısralar aracığıyla yoğunlaştığını duyuruyor. Göklerden bir haber beklemek, mesela burada Danyal’ın gelişini beklemek beyhudedir. Öznenin adı, sonsuzluğun serinliğine doğru bir ‘giriş’ yapmasına engel teşkil ediyor: ‘çok rutubetli bir put/inan demeye dilim varmıyor’

Dili neden varmaz bir insanın? ‘İnan’ diyemediği için mi? Eylemsizlik ve somut bir adım atamama hali sürüyor: ‘sessizlik unutamadığım bir şarkıdır’ Bize göre her şiir, bir farkındalık oluşturma, bir cehd işidir, ‘bu dünyadan ben de yara aldım ve yaşıyorum’ demektir. Şiir insanın var oluşuna değinen taraflarıyla vardır. Şiir insana değer, değinir. Şair hatırlanmak ister:  ‘hep hatırlamayla başlayan/bir giriş arıyorum ama kapı değil.’ Burası şiirin duyarlık olarak parıldadığı yerdir. Hatırlamakla başlayan bir giriş, görkemli bir açılım olacak mıdır? Öznenin Danyal’ı çağırması, görkemli bir girişle çağıldayacak mıdır? Yeisle ifade edelim ki değil: ‘biraz kitapsızlıktır belki danyalsızlık/ bu beni çok ağlatıyor gülmekten ölürsün.’

Özne, süregelen eylemsizlik halinin bir girişle sonuçlanıp somut bir bütüne bürünebilmesi için özgün bir arayış içine girmiyor: ‘ölürsün putlarım yıkılıyor görürsün’ Öznenin putlarının yıkılışına sebep olan nedir? Kitapsızlık, danyalsızlık. Bu ise süreç boyunca şiirsel öznenin eriyişinin habercisi olur: ‘bu yüzyıl ne kadar da bedbaht/ve bunun bir ilişkisi var erimekle/düşünsene dönüşüyorsun’

Kararsızlık hali sürüyor

Kitapsızlığın ve Danyalsızlığın bedbaht bir çağda düşünerek dönüşmeye yönelmesi, yeni bir bedbahtlık olur ancak. Öznenin işaret parmağını kaldırıp havaya Büyük S çizmesi, şiir boyunca çıkışsız bir koridoru, bir kararsızlık halini çağrıştırıyor. Kahramanlık talebinde bulunan öznenin adlandırma isteğiyle birlikte güçlü bir biçimde bir eylem halinde tebarüz edişine şahit değiliz. İşaret parmağının kaldırılıp burada havaya Bir olanın, Varlık’ın işaret edilişine de tanıklık etmedik. Yine bir eylem halinde somut bir ayaklanmanın domurmuş ve gövermiş görüntüsüne hareket yüklü canlılığıyla tanık değiliz. Burada söz konusu olan ateş böceklerinin artması ve hayallerin tutuşmasıyla belirginleşen öznenin varlığına ilişkin ince, sevinç yüklü bir işarettir: ‘burada kaldırıp işaret parmağımı/bir büyük S çiziyorum havaya / ne çizsek canlanacakmışçasına bir sevinç/aceleci/çok artan bir şeyler/havaya kaldırılan parmaklar/ateş böcekleriymiş çok artan/hayaller tutuşuyor/tutuşmak yumuşak bir şey olmalı/ve çağrılması danyal’ın/kapı değil/kapı değil.’

Kapıdan girilir de çıkılır da. Sema Enci’nin Büyük S şiiri, insanın var olma çabasının çıkışsızlığına dair bir şiir. Giriş ve çıkış çabası, sağlam bir tutamaktan yoksun olduğu için kararsızlık halinde kahramanın dinç ve diri dünyasına ulaşılamıyor. Buradaki şiirsel bilincin adlandırılma isteği, tutunacak bir kulp, yürünecek seçik bir yol, tayin edilmediği için kararsızlık içre bir durum oluşuyor.

Şiir ‘Eylemin Somut Bilincinin’ dışlaştırılması biçiminde gelişmese de Büyük Şiire giden güzergâhta şairin hâllenmelerinin nelere işaret edebileceğinin bir örneğini sunmuş olduk, bu çözümlememizde.

Sema Enci’nin Büyük S şiirinin, yoğun özü, muhayyel ve ‘başka’ tabiatı, sıfatları insan bilincinin iç kıvrımlarını betimlerkenki başarılı kullanımıyla sözü edilmeye değer bir şiir olduğunu işaret ederek yazımızı sonuçlandıralım…

28.

adımda ne ararsan var’ başlıklı şiiriyle Murat Küçükçifci, kendi kişisel tarihini epik-popülist bir duyarlıkla somutluyor. Modern şiir ‘ben’in şiiridir’ dense de Küçükçifci’nin şiirini ‘ben’in şiiri olarak okuma taraftarı değilim. Popülist şiir, modern şiirden kişisel tarihi halk üzerinden okumasıyla faydalanıyor. ‘Adımda ne ararsan var’ Küçükçifci’nin kişisel/bireysel kaderiyle ‘aşk temi’ arasında ilgileşim kurduğu epik tabiatlı bir şiiridir. Bu şiirde ‘ben’e, benliğe, ben’in çıkmazlarına aşırı bir abanmadan bahsedemiyoruz bu yüzden. Bu bağlamda çıkmazda bir Murat Küçükçifci şiirinden de bahsedemeyiz. Kendi şiirsel doğrultusunu bulmuş, ‘aşk’a hınçla terleyerek koşan Türk bir şiir gencinin yaşamsal yazgısı üzerine düşünmesinin bir ürünü bu şiir.

Son bölümden birkaç mısra:

Sen adımı söylersin değişir bütün bunlar

Değişmese de değişir bir köşesinden tutarsın ağrıyan tarafımın

Sen adımı söylersin babalar asker bekler

Harmana senet imzalanır adımın üstünde olur hep

İnsanlar gelir geçer içlerinden geçerler hep benim adım

İç geçirirsin adımı söylemendir sessiz Türkçenle’

Sırrı Can Kara’nın ‘tranko buskas’ başlıklı şiiri yoksulluğun ağır yüküyle yazılmış, arka planında bireysel bir hayat mücadelesi ve yorgunluk barındıran, çoğun umuda ve yaşama sevincine kapı aralayan mısralarla şekilleniyor. Fayrap Temmuz (74) sayısının en çok beğendiğim şiirleri arasında, kalın halatlar halinde zihnime etki ediyor, beni/benliğimi sarsıyor. Umut daha çok bir hayat neşesi olarak yer alır ve tebessüm eder şiirin ortasından:

önümüz yaz, nasıl severler, görseniz

çiçekli elbiseli esmer kızları

İçeriğindeki yoksullukla ıralı atmosferine rağmen ukdesi, çıkmazları ve karanlığı içinde boğulmuyor şiir. Son bölümündeki toparlayıcı mısralarıyla iç-dış dünya dengesini iyi ve sağlam kurup çattığını söyleyebiliriz Kara’nın. Hemen her zaman ‘nesnel karşılık’ bulabileceğimiz kıratta yaşamsal/estetik yoğunluğu ve kalitesiyle dikkatimizi celbetmekten geri kalmıyor.

T.S.Eliot’ın ‘Nesnel Karşılık’ kuramına birebir tekabül eden bir diğer şiir de Ömer Faruk Maden’in ‘Nacak’ başlıklı şiiri. Eliot’ın bu kuramından şunu anlıyorum: Sakarya’nın Karasu ilçesinde yaşıyorum, hayatın içindeyim, türlü sıkıntılarla baş etmeye çalışıyorum, bir mücadele veriyorum, tutunma çabası içindeyim. Fayrap’ı postadan alıp kirada kaldığım evin cam bölmesinde serin bir güz akşamı derginin sayfalarını karıştırıyorum. An geliyor, Fayrap’ın sayfalarında hayattan, dünya hayatından bahis açan şiirlere tanıklık ediyorum. Şair, kelimelerin dizayn edilişinden şiirsel kompozisyonun iç-dış dengesini gözetmesine, biçim-içerik organizasyonuna kadar, hayatın içindeki bir anı, bir durumu, bir olayı, bir nesneyi açığa çıkartıp belirginleştirerek, şairin hayat mücadelesindeki bazen kırgın, çoğun öne atılımındaki cesareti ve söz söyleme kudretini düzenleme becerisiyle ve aynı zamanda sakınımsız ve doğallığıyla benim işte Sakarya-Karasu’daki hayat belleğime sarsıcı bir güzellik ve kıyıcı-ses getirici bir gerçeklik olarak değinip dokunuyor. Şiir hayat tellerine dokunuyor. Şiir insan anlağında bir karşılık buluyor. Anlama, anlamlandırma yetisini geliştirip olgunlaştırıyor. Şiirle karşı-la-şı-yo-rum, şiire mukabele ediyorum, bazen şiirin söylemiyle koşut aynı cephede karşıla-ş-ma, bazense tek bir şiirin bana, ruhuma, kalbime, zihnime sunduğu dünyayı karşılama biçiminde oluyor bu. T.S.Eliot’ın ‘Nesnel Karşılık’ kuramını böyle algılıyorum.

Bu bağlamda Ömer Faruk Maden’in ‘nacak’ başlıklı şiirini içerdiği ‘gerçek sesler’ ve ‘gebe sesler’le ben bu şekliyle, Anadolu’nun bereketli topraklarına, çocukluğuma dek inerek mukabele ediyorum. Oradan Geyve-Umurbey köyünden balta seslerinden ve ilk gençliğimdeki hastane koridorlarına ve nihayet Pamukova-Kemaliye köyüne, Samanlı dağlarına ve sobamın üstünde tüten kestane buğusuna dönüyorum. Ben Maden’in ‘nacak’ şiirini konformist olmayan yaşamımla işte böyle karşılıyorum.

Sadık Koç, ‘maden karanlığı görmemiş baş’ başlıklı şiirinde ‘nesnel karşılık’ kuramını bir başka biçimde, tersinden uyguluyor. Sadık Koç, son dönem şiirlerinde elitist ve konformist bir biçimde hayat sürenlerin duyarlığında menfi bir karşılık bulma arayışında daha çok. Bu şiirin bir okur olarak bende ciddi bir karşılık bulmadığını söylemem gerekiyor ama yine de anti-elitist tutumu, mısra dizilişi ve mısra kurulumundaki incelikli ve titiz örgensel yapısıyla okunabilir veyahut okuyup bir kenara koyuyorum.

Sinan Karadeniz’in ‘kirazlı mescitten geçenler tarihi’ başlıklı şiiri popülist duyarlıklı bir şiirin genişlemeye açık bir ön aşamasını temsil ediyor. ‘estetik de ihmal edilmeden popülist bir şiir yazılabilir’ cümlesinin somut bir ilk örneği olarak okuyabiliriz Karadeniz’in çalışmasını. Arslanbenzer’in derginin yönetmeni olarak şiir seçiminde popülist şiirin türlü veçhelerini göz önünde bulundurduğunu ve bu anlamda şiirin dergide yer bulmasına bakarak profesyonel davranıp hareket ettiği söyleyebiliriz. Karadeniz bu şiirinde mısralarını estetik biçimlendirmeden geçirerek halkın yoğun hayat damarlarıyla yüklü tarihsel epik dünyasına varıyor. Halkın tarihinde ihmal edilmiş olanı duyumsatıyor da diyebiliriz. Tarihte bir Türk zihni olarak ihmal edilenlerin de şiirsel-estetik tarihi pekâlâ yazılabilir, demektir bu. Bu aynı zamanda egemen popüler tarih anlayışına bir öneri sunmaktır, şiir aracılığıyla. Sinan Karadeniz, bana sorarsanız, bu kanal üzerinden giderek, popülist dünyanın genişlemeye koşut açılımlı alanlarını estetize etmeye devam etmeli derim. Karadeniz’in ilk şiir kitabında estetik tavır belirleyici unsurdu. Karadeniz bu ilk kitabındaki estetik tutumu yumuşatarak gerçeğin etkiler bırakan alanlarına geçişler yapabilir, şiirini toplumsalın dünyasına yakınsayabilir, işte ancak böyle yaparak kalıcı izli etkide bulunup nitelikli şiirin katına yükselebilir. Zira çünkü bu gerçekçi tavırdır ki Büyük Türk Şiirinin genel karakteristiğine uygun bir girişimdir.

Karadeniz’in bu özgün girişiminden dolayı kutlarım..

Bu arada sorulmadan hatırlatalım: Büyük Türk Şiirin ana mecrası gerçekçi-kıyıcı-cedel yüklü bir eleştiriyle biçim kazanır, kendini bulur.

Devam edicek…

29.

Fazıl Baş, ‘iki yüz küsur arkadaşınızdan biri’ başlıklı şiirinde Neo Epiğin bir kuralını işletiyor: ‘Bireysel kaderini arkadaşlıkla sınayıp yüzünü gerçeğe, inanca, beşeriyete dönmek’ kuralıdır bu. Fazıl Baş’ın Neo Epiğin ikinci kuşağından olması ve sosyoloji ilgisi, hep bir düşünür-şair imgesi oluşturmuştur bende. Kanımca Fazıl Baş, soyut-somut düşünsel kaygılarını beşerî tecrübeyle doğrulayarak çehresini gerçeğin/hakikatin çehresine tutmaktan doğan bir tek başınalığın şiirini/destanını yazıyor. 

Yüzünü tuttuğu ve yüzleştiği çağlayan gerçeğin bir yönü tarihe baktığı gibi bir yönü de halkçı bir duyarlık atlasıyla halkın gerçeklerine ve diğergam dünyasına bakıyor. Bakışında aşina çehrelerden örneğin gariplerden, fakirlerden, yoksullardan, işçilerden bir iz bulma edimi de Fazıl Baş’ın dolayısıyla Neo Epik şiirin ikinci kuşağının şiirsel haritasının genlerinden olur. Çünkü Neo Epik şair verilmiş bir mücadelenin ertesinde kendiliğini tarihle doğrulamak isteyeceği gibi kendiliğiyle birlikte tarihe bir doğru ve gerçek de getirecektir. Bu yüzden Neo Epik şiir tarihten gelen bir şiir değil, eğrisiyle doğrusuyla tarihe giden bir şiirdir.

‘Ben burada gariplerin yüzünden bir yüz buluyorum’

Onca şiir tecrübesine rağmen Fazıl Baş henüz daha ilk kitabını çıkarmış değil. Fazıl Baş’ın şiirsel akarının genetik yapısının tabiatına dair daha sağlıklı bir değerlendirmeyi ilk kitabının yayınlanmasından sonra yapacağız. Şunu ifade etmekle yetinelim şimdilik: Simasını hakikate dönmüş bir şairdir Fazıl Baş. Hayatın gerçeklerini, siyasi bakışını ve Türkiye’ye yönelik düşünür kaygılarını bu yönelmişlik belirler. Hakikate yönelen şairin zihni, buradan hakiki birlikteliklere ve halkın sorunlarına duyarlı olmaya bilinç düzeyinde elbette daha aşina olacaktır. Böyle bir şairin yüzü halkın yüzüne, şiirinin yüzü de en çok hayatına benzeyecektir. Böylesi geçişkenlik ve mukabil oluş bir sonraki aşamada Allah’a imanla ve insanlara güvenle şiirsel mayasının özünü oluşturacak ve bu tutum şairi elitist entelektüel zihinsel uğraşların yapaylığından uzakta tutacaktır.

Fakirin kolundan tutup yardım etmek isteyen bir şair karşısındayız. Fazıl Baş’ın şiirinin somutluğunu burada aramalı…

Anti-romantik bir şiir: 2015 Baharı

Elyasa Koytak’ın ilginç bir ironisi var. Üçüncü Kuşak Neo Epik şairler arasında dili ve söyleme tarzı en kıvrak, en şaşırtıcı ve atak olanı Koytak. Bu kuşak içersinde elitist ve entelektüel dünyanın parametrelerini elimine edici ve sıfırlayıcı ironisiyle bana göre en öne çıkanı ve dikkat çekeni. Koytak, bu sıfırlayıcı ve bitirici ironiyi Yahya Kemal’in Erenköy’ünde Bahar şiirinin tarihsel romantizmini eskitip etkisizleştirerek işletime sokmak istiyor. Yahya Kemal’in soyut ve muhayyel şiirine karşılık Koytak’ın 2015 Baharı başlıklı şiirinin 2010’lu yılları yaşadığımız bu internet-milenyum çağında anti-romantik tabiatı, ironi temelli zıtlaştırıcı ve ters köşeye yatıran atak söylemiyle başarılı bir şiir olduğunu söylemek mümkündür.  2015 Baharı’nda belirginleşen bir tutum olarak bir orta sınıf, estetizm ve elitizm karşıtlığına da tanık oluyoruz. Fayrap’ta yayınlanan şiirlerin genel karakteristiğinden bir şiir olarak ‘karşı-lık’ üzerine kurulu bir metin 2015 Baharı. Hayaliyyun cephesine karşı hakikiyyun cephesinin şiiri. Romantizme karşı realizmin. Hayale, hayallere, düşleme karşı, gerçeğin, gerçekliğin şiiri. Koytak’ın kuşağı içinde en ilginç deneylere imza atan genç bir şair olduğunu ve şiirlerini takibe edeceğimi söyleyebilirim.

Popülist Şiirde somut bir sonuç: Kardeşlik önerisi

Muhammed Sarı, Son Cemaat Yeri başlıklı şiiriyle Müslüman, somut, duyarlı, Türk ve şair olmanın ne gibi manalar ihtiva ettiğini, biçimsel açıdan kendi akarında doğal bir söyleyiş formuyla örnekleyerek, ‘tecrit edilmemiş bir bilinç’le yazıyor. Neo Epiğin bugün geldiği aşamada içerdiği manzaraya bakacak olursak, Epiğin Turgut Uyar damarındaki tecrit edilmiş karakterin zihin durumuna karşılık, bugünün Neo Epik şairleri etkinlik halindeki gerçek sesleriyle topluluğun söylemsel köklerinden zihin durumlarını tecrit etmeyip somutlayarak yazıyorlar. Muhammed Sarı’nın bu son şiirinin de bu paralelde topluluğun ruhuyla bitişik ve özdeş bir şiir olduğunu söylemek mümkündür.

Bize göre Muhammed Sarı’nın Son Cemaat Yeri şiirinin en temel özelliği bugün yazılmaktan olan açık anlatımlı ve popülist duyarlıklı damarın son örneğini temsil etmesidir. Ne demek istiyorum? Öncelikle şunu: Balkonda tek başına oturan iki kişi var. Zemin kattalar ama kendilerini hiç de yalnız hissetmiyorlar. Allah var, Ehad ve Samed olan. ‘Dışarıda kornoyla fişek/yılbaşıymış gibi yine balkonda tek başınayız Allah Ehad ve Samed/yakışıksız olan biziz/zemin katta hem ruh hem ceset.

Şiirin ikinci bölümüyle birlikte bize sezdirilmek istenen, insanın yalnız olmadığı ve ilahlık iddiasında bulunmaması yönündedir. Muhammed Sarı’nın dikkat çekmek istediği bir ‘dışarı’ fikri ve bu dışarıdan derleyip toparladıklarıyla bizi yoğunlaştırmak istediği bir temel düşünce var: İki insanı birleştirip kardeşliğe azizlik kazandırmak ve şiir yoluyla bunun, bu kardeşliğin önemine bizi yani ki okuyucuyu inandırmaktır.

Soyuttan somuta bir adım atmak

Bu ‘dışarı’da ne var? Bugün çoğunlukla yazılmakta olan popülist şiirde şair, sokakta görüp tasvir ettiği dünyayı kolaçan eden-tarassut eden bir bakışın sahibi. Popülist şairin sokakta tanık olduğu içinin / ruhunun bir yansıması değil. ‘şu dışarı dediğin/akşamları çöpü çıkardığımız/tekinsiz ayaz değil mi aziz kardeşim/ekmek almaya çıktığımız çocuğun okuldan/devletinden babasından patronundan annesini/yetimi yoksulu köleyi topyekun hüsranı derdi/dışarı dediğin kaç kişi yüzde ver mesela/ geçersiz fikir çalınan bakış mükerrer sela/mı kasettiğin?

Muhammed Sarı’:nın popülist şiirinin son aşamasını temsil ettiğinden şunu kastediyorum: Hep dışarıdan dolaşan popülist şairden sonra Muhammed Sarı’nın, dışarının sorunlarına dair somut bir adım attığına şiir yoluyla tanık oluyoruz. Mesela iki kişinin iletişimini bozan ve dargınlığına sebep olan televizyon ekranının fişini çekiyor, ekranlardan kalbimize kan bulaştığı ve siyasetin ruhi komplekslerimizi çoğalttığı bir evrede sorunlara somut çözümler sunuyor, yatsıdan sonra suça ve geceye açılan kapıları ‘kapanır ve bir daha açılmaz’ diyerek somut bir çözüm buluyor, muhatabı bardağa su doldururken yani ikram ederken olumlu, kitabı çat pat sökmeye çalışırken mesela her hangi bir okulda her hangi bir öğrenci, şiir kişisi veya herhangi bir kişi birine konuşmaya başlayınca yani iletişim kurduğunda olumlu yani ki taşlaşmış yüzlerin doğal olarak birbiriyle konuşmaya başlamaları karşısında olumlu-onayıcı somut bir edim içinde oluyor ve aynı zamanda, bugüne dek halkın sorunlarını serimlemekle yetinen popülist şairin artık sadra şifa olması gerektiğini şiiriyle önermiş, kanıtlamış oluyor.

hepsini toparlayıp getireceğim

görüyorsun ki anahtar

hala avcumda sımsıkı

şu gördüğün kapı

yatsıda kapanır bir daha açılmaz

şu da iki dargının arasındaki

geveze televizyon fişini çekiyorum işte

aziz kardeşim diyorum aziz olduğumuz için

değil kardeşlik aziz olduğundan

sen suyu bardağa doldururken iyi

ben kitabı açarken çat pat okurken iyi

birine konuşmaya başlayınca

taş konuşmaya başlayınca yani’

30.

Bu haber-yazıyı, Berat Demirci’nin Dergâh’ın Eylül 2015 sayısında yayınlanan bu şiirini (Yitik Sorular Manzumesi) okuduktan sonra neden ‘güzel bir şiir’ değil de ‘güzel bir şarkı’ deyişimin yani ki dilimin sürçmesinin psikolojik-poetik-müziksel nedenlerini düşünmek, bunu da söz konusu şiire işaret ederek kalemimi sürçmeden metne aktarmak istedim.

Simgesel bir okumanın hem şairinde hem de şiirin okuyucusunda zihnin ve yüreğin tellerine incelik ve titizlikle dokunulduğu bir gün ve bir lahzada mutlaka mukabil bir efekt oluşturacağını düşünmüşümdür. Simgesel okuma bugün revaçta olan yapısal okumanın çok çok gerisinde kalıp aşılsa da damardan bir kalın çizgi halinde etkinlikle yazılıp söz konusu metin-eser derin, derişik ve yoğun bir ele alışla yorumlandığı müddetçe mukabil efekt ve karşılık bulmada karamsar olmanın kanatsızlığına inanmanın gereği yoktur. Yoruma açık okuma şairi de okuyucusunu da kanatlandırıp yeni şiirler kaleme almanın aydınlık yollarını açabilir, yorum sonrası şairin yalnızlığı ile okuyucunun beklentisi arasında umut yüklü, sağlam ve sahici köprüler kurulabilir.

Bu haber-yazıda Demirci’nin Yitik Sorular Manzumesi’ni kelime ve mısra düzeyinde simgesel bir okumaya tabi tutacağım.

Şairin yalnızlığı şiire dâhil

Yitik Sorular Manzumesi’ni, modern çağın iletişimsizlikle malul yapısından doğan derin bir yalnızlığın düşündürücü yansımalarından biri olarak okumaktan, yorumlamaktan yanayım. İlk mısra şairin derin yalnızlığını açığa çıkartan bir soru imi sunuyor okuyucuya: ‘Devlet devlet kuşlar mı indi bahçenize’. ‘başına devlet kuşu konmak’ deyiminin ikilemelerle estetize edilmiş biçimi olan bu mısradan sonra gelen mısra ise, geleneksel anlatı dünyasında figüratif ve simgesel değeri olan ‘kuşlar ve Süleyman’ izleğini taze ve özgün bir deyiş biçimine bürünüyor: ‘Tazece bir Süleyman haber mi getirdiniz?’ iki mısrayı bir araya getirdiğimizde şairin şu an ki mevcut psikolojik konumunun ve kırılgan yapısının yerine dair sezgisel bir kavrayışa ulaşıyoruz: İletişim dünyasının türlü ve çeşitli araçsal materyaliyle yeniliğini ve sistematik işleyişini onca kabiliyetiyle sergilediği teknolojik bir evrende şairin çocuksu tabiatının derinleştirilmiş yalnızlığıdır bu!  Beş mısradan oluşan ilk bölüğün son üç mısrası şöyle: ‘Deyin bana çocuklar gibiyimdir çabuk kanarım/Yağmur buluta tercüman değil gece gündüze/Hangi selamın hangi sabahın üstündesiniz?’

Herkesin herkese derdini anlattığı kimsenin kimseye tercüman olmadığı kopkoyu bir çağ bu!

Şairin buradaki yalnızlığının Octavio Paz’dan hareketle ifade edecek olursak, kalabalık insan topluluklarının birbirlerine daima ve sürekli bir şeyler söylüyor olduğu hercümerci bol bu ‘Asri Zamanlar’da bize yani ki şiirin muhataplarına aslında-esasında çok ve ama okumakta nefessiz kalacağımız derin manalar işaret ettiğini söylemek istiyorum.

Şairin yalnızlığı çağın yalnızlığıdır.

Yapaylıklar evreni, ağıtlarımız bile yapay

Bunca yıllık şiir deneyimini göz önünde bulduğumuzda günümüzde Hece duyarlığı ile şiir yazanlar arasında çağına ve modern hayatın işlek yapısına yönelik farkındalık düzeyi en üst derecelerde seyreden şairin Berat Demirci olduğunu da şairin yalnızlığına ekleyelim. Misal: ‘Ağızlar ballerina çin çana çan çin açığız yoruma/İnce belli bardaklarda kadırgalar yüzüyor…/Çiçekte baskın yemiş çağlalar bahar yalancı yine/Budamış devriyeler yuva kurmaya en münasip dalları./Ağıtlarımız acayip ağlatmacalı acılar ergonomik/İnanmayız kendi tefrikamızla bile çıksalar karşımıza./Hangi yola kavil kesmiştik hangi şehre geldik?’

Artık ‘kentleşme politikaları’nın yanlış yürütüldüğünü siyasi iktidara kim söyleyecek? Demirci bunu Hece duyarlığı sınırları dâhilinde şiirinin ikinci bölüğünün dördüncü mısraında söylüyor: ‘Budamış devriyeler yuva kurmaya en münasip dalları’

Ağızların ‘ballerina’ olup yoruma açık oluşunu şu şekilde okumaktan yanayım: Şirazesinden çıkmış bir vaziyette geviş getiren, sürekli konuşan, konuşurken dans eden bir ağız düşünün. Bu dil ve üslubun sahiciliği kalmış mıdır? Şairin farkında olduğu şey modern hayatın yapıntısıdır ve dahi yapay ilişki ve ilgileşimlerle sakatlanmış olmasıdır. Şiire dâhil edilen şairin yalnızlığının neden, sonuç ve gerekçelerini burada da arayabiliriz: İletişimsizlik ve sahicilik yoksunluğudur bu! Acılar bile ergonomik. ‘Duygular paketlenmiş tecime elverişli’ mısraını anımsatan bir yürek yarılmasının yansımalarıdır bu mısralar.

Oysa şairden şiir yoluyla öğrendiğimize göre, biz yabancı şirketlerin ve ticari acentelerin türlü – çeşitli gereçleriyle alış veriş merkezi inşa eden bu yollara kavil kesmemiştik, hangi kente geldik? Yani biz 1000 yıl önce İslam beldesi haline getirdiğimiz bu topraklar serüveninden bu şehre gelmemeliydik, şairin şiiri aracılığı ile sezdirmek istediği yakıcı gerçek budur: ‘Hangi yola kavil kesmiştik hangi şehre geldik?

Gökkuşağının altından geçmeyen yandı

Peki, bu maddileşmiş kentlerde konumlanmış ve inşa edilmiş evlerde nasıl yaşıyoruz? Şairden dinleyelim: ‘Evler ki sansürden geçmiş bulvar gazetesidir/ Hem korunaklıyız sımsıkı eli kesilesi suçlara karşı…/Mimikler avangard kesimli jestlerse bahriyeli/İnce zanaattır yaşamak dostlar hayat malum pahalı…/Sath-ı mailince vermelidir mintan dediğin rengini/Gökkuşağının altından geçmeyen çünkü yandı

Masumiyeti yitirmenin artık olağan hallerini yaşadığımız bu ‘kömürleşmiş zamanlar’da şairin yalnızlığına ve ‘kara sevdalar’la ağaran kalbine bir reçete olarak, aşka sığınmak, dayanaksız kaldığı zamanlarda duygunun değişik veçhelerini yaşadığı ‘omuzları düşmüş’, ‘tek ve yalnız’ bir şarkı kalıyor: Kimsesizliğine derman şiirin ve aşkın yalnızlığına iltica etmektir bu. ‘Bunca açık düşmezdim sen varsın her işin ucunda/Tek daimamsın olmaz mısın ben olurum da sen./Uzağında hiç kimseyim yakınında hiç kimsesiz/Aramızda söz geçirmez şeffaflıklar duvarı…/Hangi kara sevdalarla ağarmış ki kalplerimiz/Kalmadı omuzları düşmedik mor ötesi tek şarkı?

Şiirin müzikal etkisine gelince, metnin içrek yapısından okuyucunun incelmiş ruhuna nahif bir kartpostal hüznü yayılır.

Şair derin yalnızlığından bir ilaç olarak aşka iltica etse de ben tekraren mücadele etmekten, gerçeği sakınımsız bir dille ifade etmekten yanayım.

Ama şairin ‘ben olurum da sen’ diyerek aşkı kutlamasını da ayrıca dikkate değer buluyorum.

Dert de derman da bu sahtelikler çağında, sahici ve yalın bir aşkın mücadele yüklü inşa, imar ve ihya eden medeniyeti olsa gerek…

Çatışmadan ve hareketten uzak yapısıyla ‘Yitik Sorular Manzumesi’nin derin tabiatına yakından tanıklık etmek için Dergâh’ın Eylül sayısına ulaşın derim…

31.

Nicedir gerçek bir şiire doğru susamıştım, elim kaleme ivedilikle gitti ve genç bir şairin, Sırrı Can Kara’nın Bende Bir Leke adlı (Fayrap, Aralık 2015, S. 79) protest şiiriyle karşılaştım, yazmasam deli olacaktım…

Nicedir Dünyaya Karşı küfreden cesaretli bir şiir okumamıştım ve havsalamda ‘şiir nadasta’ diye düşünenlere karşı bir öfke biriktirdim…

Nicedir saçma ve anlamsız bir dünya çıkmazında (dünya gerçekten saçma ve anlamsızdır, dünyaya anlamını veren sorumluluk duygu ve düşüncesidir, varoluşçuluğu tersten okuyun…) ve hayat telaşesinde ( hayat da beyhude bir debeleniştir, hayata anlamını veren ölüm ve yeniden diriliş ilahi öğretisidir…) öfkemi çağıldatan, Dünyaya Karşı kibrimi onayan, Dünyayı onaylamayan dinç bir şiir ruhu arıyordum ki Bende Bir Leke, dünyadan yara almış, dünyaya saldıran bir şairin çağıltısı olarak şiirsel algımı perçinledi, şiirsel kuvvetime manevi bir onama duygusu kattı..

Türk Şiir tarihinde ya da şiirin Türk tarihinde bugüne dek ne Fikret’te ne de Akif’te görebileceğimiz böylesi korkunç bir öfkeye rastlanmadı…

‘Nadasta’ denilen Türk bir şiirin, bir şiir gencinin 2015’in son ayında protest ve tepkisel yürüyüşüne, kişisel şahlanışına tanıklık ettik…

Şiire, onun o gür ve berrak akışına inanmak istiyordum nicedir, Bende Bir Leke şiirin çarpan nabzına inancımı pekiştirdi, derinleştirdi…

Odalardan taşıyorum

Odalardan şemsiyelerden ve asfalttan’

Görünen o ki şiir Sırrı Can Kara’da, zihnin soyut muhayyel katından doğmuyor, somut bir an’dan, kritik bir durumdan doğuyor. Kriz anlarının kompleks çaprazlanışından şairin dünyaya doğru saldırısına müşahit oluyoruz. Dünyaya Karşı Protesto devam ediyor:

Kürsülerin üstünde geçiyor ömrüm

Güz gelince tiksiniyorum adımlarımdan

İşte bu parmaklarımdaki leke amfetamin

Huzursuz barsak ve serotonin

Hepsi dünyadan bulaşıyor etime’

Dünya ile arasına duygusal bir mesafe koymakta kararlı şair. Dünyanın yanında yapay/simgesel konumlandırmalardan da bir o kadar rahatsız. Sahiciliği, var olma ve var kalma mücadelesinin içten anlamını, halkta, ‘karton üstünde üşüyen çocuklar’da buluyor:

Dünya. Siz de bilirsiniz, ben de bildim

Cesaretiniz sarhoşken tutan Dünya

Alegorik bir havası olan bistrolarda kızlara karşı

Ama bir bilseniz beni, tetiği tutan elimdeki ciddiyeti

Ellerim nasıl karizmatik bakıyor siz değer mi oğlum derken ellerim

Ellerim İmam Adnan’da karton üstünde üşüyen çocukları kolluyor

Ondan hep böyle etleri yenmiş ondan kenarlarında kuruyan kan

Halk gibi biraz da ellerim altın dişleri sökülmüş küçük oğlana verilmiş gibi’

Şimdi asıl konuşma, esaslı protesto başlıyor. Dünyadan yara almaya, dünyalaşmaya bir ‘dur!’ demek başlıyor. Dünya zevklerine ve bilime, kibar yaşamalara ve sahte kahkahalara, kibir ve konfora, pahalı kumaşlara ve kırmızı rujlara bir ‘hayır!’ demek başlıyor.

Sizle burada ayrılıyoruz ey akşamlar ey sancılarım ey iyi akşamlar

Nasıl konuşmuştum ama o son müsamerede

Ey öğretmenler ey kasıklarım ey geç kalınan sabahlar

Bir ses olarak kalacaktım ben ey hep bir borçla açılan zarflar

Şairin coşumcu söyleminin som/somut ve küt halinin şu iki mısrada yekpare bir söyleyişle gerçekleştiğini düşünüyorum. Şair, imgeye, soyutlamaya, estetikleştirmeye başvurmadan da çarpıcı kılabiliyor mısralarını. Demek ki ‘Günümüz şiirinde soyut muhayyile yerine somut imgeleme yönelerek de sert ve sarsıcı bir şiir yazılabilir’, diyoruz biz de..

Taştım ama kanmadım size

Şafağı şafakla bitiştirdim

Bu iki mısrada şairin, şiirin yaşamsal koordinatları içinde kişisel hayat mücadelesinin yoğunluğunu sezebildiğimiz gibi sıfatlarla bezeli soyut şiirin tuzaklarından da uzak bir tutumun/tavrın şiirsel varoluşuna tanıklık edebiliyoruz. Burada hem bir dünyaya katılmama hali ve şuuruna hem de şairin yaratıcı bireysel yeteneğinin hareket edici işleyişine, hareketli işleyişine müşahit oluyoruz. Şair, içrek bir muhayyilenin şiirsel anaforuna uğramadan meramını, ayrıksı tavrını gerçekleştirip somutlaştırıyor.

Bu şiirde hayat var! Sırrı Can Kara’nin Bende Bir Leke şiiri, hayatın içinden, yaşamanın aktığı yerden, kiriyle pasıyla dünyanın çitleri dâhilinden doğup geliyor, gelişiyor. Dolayısıyla şairde, yukarıdan bir bakışın aksine, halkın sıradan hallerine yönelik tarassut edici/popülist bir algının sathilikten uzak doğrudanlığına ve kendindenliğe de rastlayabiliyoruz. Popülist, kara, eleştirel bir şiir yazmakla da kalayazmıyor şair, muhalif ve sert tutumunu, dünyayı dünya olmaktan çıkaranlara da yöneltiyor, dünyanın tüm bilgi nesnelerine ve kodlarına, tüm egemen paradigmaya karşı da yöneltiyor. Şiir şiirde kalmıyor yani. Şair rezil-mutezil bir dünyaya karşı tüm sertliğini ‘apaçık bir dil’ ve seçik-doğrudan bir söyleyişle açık ediyor: 

Ben yani her üst geçitte herkesin gözüne bakan

Geceleri şehrin korkulan yerlerini mesken edinmiş ben

Pazarda ezilmiş çürük domates toplayanları gördü gözlerim

Ey sizin zevkleriniz bana hiç değer mi sürüldüğünüz kokular

Ey bilim ey homo sapiensler ey evrenin ötesindeki evren

Ey hepiniz siktirin gidin ey optik hesaplarınız ey Descartes

Saçından papatyalar sarkan

Küçük bir kızda çuvalladı bütün söyledikleriniz

Ey mevsim çayı içen kadınlar ey pahalı takılar

İşte bu da benim sesim işte benim eylerim

İşte benim buğulu sesim yaşamanın aktığı yerdeyim

Haydar Ergülen’in mübalağalı bir biçimde ifade ettiği anlamda ‘ruh akrabalığına’ çoğun inanmasam da Sırrı Can Kara’nın şiiriyle bu satırların yazarının Fayrap’ta yayınlanan ‘ki kitap ki kan’ şiiri arasında duygu-düşünüş-duyuş benzerliği buldum. Bundan içten içe gönendim, mutlu oldum. ‘ki kitap ki kan’ da coşkun, kabaran, sert sesli, protest bir eda ile içtenlikle yazdığım bir şiirdi.

Sırrı Can Kara’da bu şiir özelinde ifade edecek olursak, simyager-simyacı-büyülü bir şiirsel tutum yerine kimyager-dinamik-etkin bir tavrın varlığına tanıklık ediyoruz. Şiir Kara’da ‘bir haykırış olarak’ gelişiyor ve metne yansıyor. Dünyayı, dünyalaşmayı, modernizmi, modern-leşmeyi, modern hayat göstergelerini elinin tersiyle iten sahici bir tavırdır bu. Bu minvalde ve bu anlamıyla halka, halkın yoksul kesimlerine yönelik dikkati ve elitist kesimin yozlaşmalarına karşı dik duruşuyla da şairin ‘Kara-Popülist bir şiir’ yazdığını söylemek mümkündür.

Hepinizi söyleyemediklerinizden tanıyorum

Unuttuklarınızdan ve unutamadıklarınızdan

Hoşunuza giden o neşeli akşamlar kıvrandırıyor beni

Acıyorum giyindiğiniz kumaşlara ve kırmızı rujlara

Ciddiyetsiz geliyor yaşamak karşısındaki bakışlarınız

Amfilerde öğrendikleriniz midemi bulandırıyor

Miden yine iyi direniyor, midem ve anksiyete

Ey onca uyuyamamak, ey onca kalp çarpıntısı ve ey acil sedyesi

Piç olmuş kahkahalarınızla boğuşuyorum ey akşamüstleri

Ey hadi diyelim öldük ey insanız faniyiz falan

Ey evet ey benden öldükten sonram

Dünya bu orospu çocuklarına mı kalacak’

Sırrı Can Kara’ya öneri

Sırrı Can Kara’da kara, karanlık, sayrıl bir şiir damarı dikkat çekiyor. Kara, bu damarda derinleştiği ve bu damara yatırım yaptığı müddetçe ondaki yaşama sevinci ve hayat coşkusu sönümlemeye uğrayacaktır. Cemal Süreya’nın ekonomiden el alarak geliştirdiği şiire yaklaşım biçiminin, ‘azalan verinler kanunu’ gereğince Kara’nın psikolojik şiir evreni için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani Kara, otobiyografik ben’e aşırı yüklendiği sürece hayatiyet bağı gevşeyecek, tükenecektir. Kara’nın şiirinin meydanlara, mesela meydanın en civcivli yerinde güneşli bir öğleden sonrasına ihtiyacı var. Ahmet Güntan’ın Pound’un imgeleminden devralarak ifadelendirdiği Dünyanın Vızırtısına (Büyük Vızırtı), dünyadaki sesleri duyurabilecek çoksesli bir akışkanlığa, doluluğa, yoğunluğa ihtiyacı var Kara’nın. Kalabalık olanın uğultusu ve hayati olanın canlılığı Kara’nın şiirine yeni nefeslenme alanları açabilir. Böylece Kara, daha etkili ve doğal konuşma formunu biçimleyerek yaşamsal sıkılığa, derişikliğe ulaşabilecektir. Ama sayrıl bir şiir damarı, bu hareketliliği yüklenebilecek ve nabız vuruşlarını duyurabilecek tıynette bir şiir akarı değildir.

Ayrıca Kara’nın bu şiirinde, tüm muhalefetine ve sert söylemine rağmen derinlikli bir düşünce damarının var olduğunu söyleyemeyiz. Kara, şiirsel protestosunu, düşüncenin tadını duyurarak etkili bir forma kavuşturabilir. Böylece Kara, eleştiri nesnelerine karşı şiiriyle ve hayat önerisiyle daha güçlü duracaktır. Sırrı Can Kara, şiiri şekillenmekte olan genç bir şair, şimdilik Bende Bir Leke’nin ‘Pathos’a abanarak yazıldığını söylemekle yetinelim, zamanla Kara’nın şiirinin hangi şekle bürünüp biçim ve tavır aldığını bekleyip göreceğiz..

Hakan Arslanbenzer’e öneri

Hakan Arslanbenzer, Fayrap’ta yayınlanan Sırrı Can Kara’nın şiir örneğinde olduğu üzere, protest damarı bir güçlülüğe işaret eden, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir edayla yazılan kara-siyasi şiire sayfalarında daha geniş verebilir. Böylece günümüz şiirinin statik, statükocu, durağan yapısını kırıp parçalayan bir algı yarılmasının yolunu açabilir. Artık biz dergilerde her vakit okuyageldiğimiz üzere ‘durum şiirleri’nden durup esner olduk. Arslanbenzer, siyasi şiirin türlü veçhelerini ağırlıkla yayınlayarak Fayrap’ta etkin-etkili bir platform oluşturabilir. Yani ‘karşı-şiir’in, edebi kamudaki tüm durağanlığa rağmen canlı, işlek bir yayın üssü olabilir Fayrap.

Arslanbenzer’in Fayrap içindeki şiir-şair tercihlerinde bilinçli, profesyonel hareket ettiğini daha öncesinde yazmıştık. Bugüne dek bu hususta yanılmadığımızı gördük. Hakeza, Sinan Karadeniz’in Şehadetname adlı bizce ‘bilgelik dolu’ felsefi şiirinin yayınlanması da tespitlerimizde yanılmadığımızı gösterdi. Mesela Yücel Kayıran’ın dergilerde yayınlanan pathos ağırlıklı varoluşçu şiiri yanında Sinan Karadeniz’in insana, aşka, hayata yönelik okuyucuyu derinden düşünmeye çağıran felsefi tabiatlı şiiri, çok daha dikkate değer ve tercihe şayan duruyor.

Hakan Arslanbenzer, Neo Epik şiirin bugün gelinen aşamasında türlü örneklere Fayrap’ta yer vererek Dergicilik tarihinde dikkate değer bir iş çıkartıyor. Daha etkili olmasını dileriz..

Dergilere yaklaşımda esas aldığım ölçütler

Bu satırların yazarını durup düşündüren, edebi kamuyu ve dergileri ilgilendiren taraflarıyla şu durumlar oluyor:

Son 10 yıldır asli rayına oturmayan bir hareketlilikte ve işlek bir edebiyat ortamının canlılığına ciddi bir katkı sunmadan her ay, her yıl yeni bir dergi yayın hayatına başlıyor. Bunun yanında 10 yıldır edebiyat okuyucusuna ses veren bir dergi var yayın hayatımızda. Fayrappopülist edebiyat dergisi.  Bununla birlikte, Fayrap karşısında susulup durularak Fayrap’a ‘‘öğrenici’’ gözle bakılmadan çıkıyor dergiler Türkiye’de. Fayrap’ın 10 yıllık macerası, örneğin biçimi, içeriği, mizanpajı, kapağı, kavga dergiciliği, eleştiri anlayışı, düşünce akarı durup göz atılmadan çıkıyor, yayın hayatına başlıyor bir dergi. Yani Türkiye’de dergiler Fayrap’a öğrenici – kavrayıcı gözle bakmadan yayınlanıyor, yayınlanmaya devam ediyor. Bunda, bu aymazlıkta Hakan Arslanbenzer’in dergiciliği üstünde geniş boyutları ve ayrıntılarıyla durulmamasının oluşturduğu boşluk da etkili..

Örnek vererek somut konuşalım:

Bir derginin değerini ölçerken, bir dergiye yönelik davranırken, yaklaşım biçimi bakımından genel hatlarıyla 3 ölçüte, soru cümlesine göre hareket ediyorum:

  1. Şiir üzerinde ne kadar, ne derece derinlikte düşündüğüne ve şiire verdiği değere kanıt olarak şiiri eleştirisine ve ‘poetika’ya sayfalarında ne kadar yer ayırıyor bir dergi…
  2. Nabız vuruşlarına yani başkalarının kalem işlerine ne kadar duyarlı bir dergidir, yalnızca ürün yayınlamakla yetinerek ‘ürün dergisi’ olmakla mı kalıyor, edebi kamunun canlılığına katkı anlamında başkalarının şiir ve hikaye metinlerini ne dereceye ve hangi nesnellikle yakın markaja alıyor, hangi nesnel, titiz yaklaşım biçimini belirliyor..
  3. Edebiyat dergilerinde yayınlanan düşünce metinlerinin ‘logos’a yatırım yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Ethos ve Pathos damarının, dergilerde düşünce metinlerine daha fazla yer verilerek Logos’ta, ideal birlikte bütünleşeceğine inanıyorum. Yazılan şiirler ve hikâyeler için de geçerli bir inançtır bu. Bugünün edebiyat ortamındaki kutuplaşmalar estetik ile düşünceyi, duygu ile düşünce tavrını, biçim ve içeriği uzlaşmaz iki ayrı alan olarak tasarımlayıp kurguladığı ve pratize ettiği için vuku buluyor. Bu durumda bir dergi Türk düşünce atlasına, yerli tefekküre sayfalarında ne kadar yer ayırıyor, sorusu da belirleyiciliğini koruyor. Biz de böylece Postmodern edebiyat ve düşünce metinlerinin istilası ve işgali altındaki edebiyat dergilerinin Türkiye’de yayınlandığına, Türkiye’nin temel meselelerine ne derece duyarlı olduğuna kanaat getirelim..

Bir kaçı istisna, irili ufaklı birçok dergi kanaatimce bu yazınsal ölçütlerden bihaber olarak bir yayın etkinliği içindeler.

Örneğin Parende ve Afro dergileri çıkar ama orada şiire ve düşünceye aşama kaydettirecek hiçbir atılım duygu ve enerjisine rastlamayız…

Yılkı ve Yokuş Yol’a şiir eleştirisine gözlerini yumarak çıkar..orada şiirimizin gür bir görünüme kavuşması için bir sıhhat beklentisi içinde olamayız. 

İtibar 50 ve 51. sayısına gelir ama bu 50 sayıdan bir sıkı eleştirmen çıkmaz. Eleştiriyi yok sayarak çıkan bir dergi İtibar. Bir Fayrap Mektebi’nden bahsedebiliriz ama İtibar’dan ancak eş-dost dergisi olarak bahis açarız… Bir okul-ekol dergisi değildir İtibar, dostluğa inanır ama eleştiriye inanmaz. Oradan da ancak şiirimizin atak bir görünüm kazanması adına (?!) ‘güzelleme-temenna’ yazıları çıkar, çıkıyor…

Japonya, Bakmaklar, Melâmet, Natama, Aşkar Türk’ün düşünce damarını izleyen yerli edebiyat dergileri değildir. Bu dergilerin masa üstünde, Türk Düşünce Dünyası ve tefekkür adamlarının yeri çok sınırlı düzeydedir. Türk’ün düşünce akarını bir Fayrap kadar zihniyetinin meselesi kılmış, sorun nesnesi edinen ikinci bir edebiyat dergisi yoktur.

Fayrap’ın sıkıntısı

Fayrap’ta yayınlanan kitap eleştirisi ve eleştirel metinlerde ‘kapalı devre dergicilik’te de gözlemlediğimiz ciddi bir sıkıntı var. 2015 yılı içinde yazılagelen şiir kitabı eleştirilerinde ilgi ve alan araştırması Profil Yayıncılık ve Avangard Kitaptan çıkan kitaplarla sınırlı. Diğer birçok dergide tanık olduğumuz ve olageldiği üzere, şiir eleştirisi bahsinde Fayrap’ta kapalı lokal bir görünüm ve eleştirel algıyla karşı karşıyayız. Şiir kitabına yaklaşım biçimlerinde ise, ‘biz senin arkandayız, sen yaz, biz okuyalım…’ benzeri pohpohlayıcı, onayıcı, olumlayıcı tutumun ağırlıkla yer alması, eleştirel metinlerde tek bir olumsuz-negatif eleştirel hükme yer verilmemesi, Fayrap’ın eleştiri hanesine artı bir durum olarak yansımıyor. Bu durum da hemen birçok derginin yaptığının bir benzerini yapmak oluyor, nesnel-eleştirel tutumdan uzak kalınıyor. Devriye Yazılarında bu algı kırılmaya çalışılsa da ilerleyen sayılarda Fayrap’ın bu ‘yıkama yağlama’ dediğimiz tümüyle övgücü izlenimci tutumu bırakacağını umuyoruz.

Sözümüzün nihayeti, Fayrap’ın durumu her açıdan öğretici olduğu halde Hece (Pakdil’in duygu ve düşüncesine rağmen çıkan Hece), dönüp bakmaz bile Fayrap’a. Mesela bir kültür dergisi olarak Cins’in kültür yazıları, Fayrap’taki popülist kitap ve kültür yazılarının okunmadığının en bariz delilidir. Eleştirel yoğunluktan ve düşünsel ciddiyetten yoksun duruşuyla 4. sayısını çıkaran Cins’e pekâlâ mizahi-ironik kültür dergilerinden herhangi bir dergi olarak bakabiliriz…

Bir Nokta’da bir yazar ve eleştirmen sıkıntısı devam ediyor…

Fayrap, Türk edebiyatı dergiciliğine parende atlatacak bir yayın olmasına rağmen yine yeniden yazıyorum, irili ufaklı birden fazla dergi, Fayrap hiç yokmuş ve var olmamış gibi suya sabuna dokunmayan metinleriyle dergicilik-şaircilik oyunu oynamaya devam ediyor…

Bunu da eşe, dosta, düşmana yazıp söyleyelim ki değini metnimiz bir şeye, somut bir şeye, bir meseleye değinip dokunsun.

Değince, dokununca hak yerini bulsun…

32.

Sonsuzun yanı başında bir şiir

Kadir Korkut, günümüz şiirinin, lirik kanatta ince ve nahif duyarlıklarla bütünleşerek tamamlanma sürecine giren özgün genç isimlerinden. Yaklaşık 5-6 yıldır dergilerde ağırlıklı olarak da Dergâh’ta şiirlerine tanıklık ettik. Korkut, bu dergilerde içten ve karşılıksız bir yönelimle şiirlerini yayımlıyor, edebiyat evreninde kendi özge ışığını besleyip büyüterek lirik bir enerjiyle iştigal ediyor.

Ondaki lirizm ve samimi şiir ilgisi, beni lise yıllarıma, Ankara Muradiye Koleji ve Üsküdar Burhan Felek Lisesi günlerime geri götürdü. Ankara’da edebiyat hocam Taha Çağlaroğlu’nun öncülüğüyle, Sezai Karakoç’un, Cahit Zarifoğlu’nun ve İlhami Çiçek’in şiirleriyle hemhal olurken ki yüreğime ‘ılık bir su gibi akan’ şiir okuma ve yazma iştiyakını ‘dün gibi’ hatırlıyorum. Şiirin ruh göverten, bazen karanlık bazense aydınlık estetik ikliminde o lirik ve insani sesin soluğunu unutmak mümkün değildir. Ali Haydar Haksal’ın, Rasim Özdenören’in ve Sadık Yaksızuçanlar’ın öyküleriyle ilkin Taha hocam sayesinde tanıştım. Mesela Haksal’ın Sarıldığım Soğuk Bir Ceset adlı soyut öykü kitabını teneffüs aralarında, uzun teneffüslerde, öğle aralarında, okul çıkışlarında, kolejin çiçeklerle bezeli yeşillikli çardağında nefes nefese duyarak hissederek özümseyerek okuduğumu iyi hatırlıyorum.

Kadir Korkut’un bir farkı var: O, hiçbir usta öğretmenin öncülüğüne başvurmadan kendi lirik ışığını şiirsel çabasıyla kendi bulup çıkartıyor. El yordamıyla, ruh özüyle arıyor şiirin lirik sesini. Hiçbir usta edebiyatçıya körü körüne, kayıtsız şartsız bağlanmıyor. Kuşaktaşları (2010 Kuşağı) şair ağabeylerinin, eleştirmen ablalarının dergilerinde şiirlerini rahat rahat yayınlatma imkânı buluyorken, O, ‘‘şiirde özgün bir lirik duyarlık nasıl kurulup tesis edilir’’, bunun derdinde! O yüzden mesela kuşaktaşları şair-eleştirmen büyüklerinin sıkı örülmüş mısralarını taklit etme/öykünme arayışındayken, O şiirsel var oluşu muvacehesinde ruhundaki çatlaklardan şiir sızdırmanın telaşını, kaygusunu duyuyor. İşte ancak böylece yazdığı şiirler 80 veya 90 Kuşağından belirgin etkiler taşımak bir kenara, en direkt İkinci Yeni şiiriyle, mesela Cemal Süreya ile ruh akrabalığı kuruyor.

Şemsiyesiz bir şairdir Kadir Korkut, adam kayırmacılığın ve adam asmacılığın uzağında bir çabanın içindedir.

Kadir Korkut’un şiirde ustaları İkinci Yeni şairleridir. Bu şairler içinde, Cemal Süreya’ya yakın buluyorum onun şiirini. Şiirsel duyarlık bakımından olsun, şiirsel ifade ve ibare düzeyinde de mısra kurulumu ve mısraın yapılanışı Süreya’nın Üvercinka’sına götürüyor okuru. Bu şiirsel esin ağı içinde en çok da İkinci Yeni şairlerinin ilk dönem duyarlığına yakın duruyor. Özellikle İkinci Yeni şairlerinin Pazar Postası yıllarında yazdığı şiirlerin lirik tabiatına yakın görüyoruz.

Şiirlerdeki konuşan öznenin aşkı kavrayışındaki doğal ve içten tavır, mısraın işleyişi itibariyle de ilk dönem İkinci Yeni çıkışlıdır.

‘‘Denizin bittiği yerde

Hemen ayaklarımız başlardı

Hemen bir gökyüzü biterdi başımızın üstünde

Bize sormadan yanımıza kuşlar konardı’’

(Bir fotoğrafın Halini Anlatan Şiirdir)

Denizin bittiği yerde, sonsuzun yanı başındadır Kadir Korkut’un şiiri. Bu yüzden aşk ile birlikte sessizlik büyütülür, bu yüzden arka bahçenin en mahrem yerinde serin bir gül doğar, bu yüzden sabahın altısında sevgili, kirpikleriyle bir resim çizer… Kadir Korkut’un şiirseline özgünlüğünü sağlayan da bu ‘lirizm aşılı imgelem’dir, diyebiliriz. ‘Lirizm aşılı imgelem’, Korkut’un özge duyarlığını tanımlayan en yerinde bir ifadedir. Ve bütün bu lirik tasvirler ve tablolar, sonsuzun yanı başında, bir biçime, bir forma kavuşur. ‘Sonsuzun yanı başında’ diyoruz, çünkü Korkut’un şiirlerinde öne çıkan imgelerden biri de ‘deniz’ imgesidir. Deniz, sonsuzluğu çağrıştırdığı gibi bir ruh genişliğini ve sınırsızlığı da simgeler. Her şey olağan akışı içinde bu tabloda yerini alır:

‘‘Şayet ortada bir gök varsa

Her şey olağandır, umut basar insanı

Yağmurun biriken kuşları ıskalaması

-ve bunca zaman sonra-

Denize karşı gelmesi dalgaların

Olağandır. Gecenin biraz ötesinde

Güneşi beklerken tarlalar,

Varmak üzereyken sabah damlara

Ve akmaya hazırlanan bir suya

Kimse bilemez maviye kesmesini

Bir göğün. Kimse bilemez

Denizler çünkü uyanmamıştır.’

(Her şey olağandır)

Korkut’un özgün çabasındaki özgür imgelemi bize üstelik-çoğun yerli ve yabancı şairlerden rastladığımız üzere- çarpık, çarpıtılmış şiirsel görüntüler sunmuyor. Bunu aşırı bir yorum olarak, şairin değer anlayışının, estetik duyuş biçiminin yerli ve buralı oluşuna bağlayabiliriz. Zaten bu yüzden, öfke duyan, isyan eden, anlamsızlık peşinde aykırı özneler konuşmaz şiirlerde. Sonsuzun yanı başında, annelerin çocuklarına içtenlikle öğrettiği Rabbiyessir dualarının da eşlik ettiği sessizliğin lirik ve billurdan ikliminin büyütüldüğü muhayyel görüntü katındayız:

‘‘Sessizliği büyütüyoruz seninle

Arka bahçenin en mahrem yerinde

Serin bir gül doğuruyorsun bana

Şu işe bak

Benden habersiz benimle sevişmişsin

Kalkıp kalkıp sabahın altısında

Yine kirpiklerinle bir resim çizmişsin’’

(Bir Rabbiyesir bir de gözlerin)

Bir Rabbiyesir bir de gözlerin’ ve yazdığı diğer şiirler, içten bir lirizmin, buralı ve yalın bir duyarlığın doğal bir yansıması olarak varlık bulurlar. Modern Lirik Şiirin birçok örneğinde tanık olduğumuz üzere, aşırı süslemeci bir şiir değildir bu. Yalınlığın, yalın duruşun içinde duyularına bir özgünlük kazandırma arayışındadır.

Yalın ve buralı bir lirik duyuş, Korkut’un şiirlerine dair bir tanım özelliği kazanıyor. Korkut’un şiirlerinde ‘deniz’ imgesiyle birlikte ‘ölüm’ temi de belirgin izleksel öğelerdendir. Yalın ve buralı bir lirik duyuşun ölüm temiyle birlikteliği özgün mısralar olarak dışlaşıyor:

Benim annem sarışın ve başı açık bir mezar

Böyle diyorum çayının soğuduğuna üzülen kim varsa’’

(Büyük Yanık)

Kadir Korkut, Türk Modern Şiirinin büyük kalkışması olan İkinci Yeni atılımından, daha çok lirik duyarlık yönüyle faydalanıyor. Cemal Süreya’nın ‘‘Bir gülün tam ortasında ağlıyorum’’ mısraı, Kadir Korkut’un imgelemine ‘‘Elimde bir gülün sızısını tutuyorum’’ biçiminde yansıyor.

Kendiliğiyle, şiirsel benliğiyle barışık bir şiir yazıyor Kadir Korkut. İkinci Yeni şairi, modern hayat içinde şiirsel boşluğunu dolduracak yeni tutamak noktaları arayışındayken Korkut, ‘‘Gel ey boşluk! Gel otur yerine’’ diyerek varoluşsal tabiatının boşluğuyla hemhal bir duygudaşlık içindedir. Şiirin ilk bölümünü, yorumumuzu daha anlaşılır kılmak adına buraya alıyorum:

‘‘Elimde bir gülün sızını tutuyorum

Kanıyorum bahçenin ortasına öylece

Sulara karışıyorum, sulara dayıyorum gövdemi

Hazır cenazesi kalkmamışken yağmurun

Gel ey boşluk! Gel otur yerine’’

(Di’li Geçmiş Zaman)

Kadir Korkut’un şiirlerinde pastorala/tabiata dair unsurlar da sık geçer. Burada şair, duyularına-hislerine tabiatla birlikte bir biçim ve anlam verme arayışındadır. ‘Kendi yeryüzü serüvenine ve dünya içre yaşayışına tabiatı tanık tutmak’ diyebiliriz buna. 

Ve sarı bir tülbent takan sonbaharı

Şimdi düşünecek olsam’’

‘Güze Dönüşen El’ şiiri de İsmet Özel’in ilk dönem şiirlerinden, lirik, duyumcu ve imgeci yönünden belirgin etkiler taşır. Kadir Korkut, bu etkilenimi, zihinsel-duyuşsal-imgelemsel bir dönüşüme tabi tutar. Korkut’un şiirlerindeki lirik bir tablo ve görüntü biçiminde yansıyan lirizm aşılı tabiatın özgün örneklerine şu mısralar da verilebilir. Kadir Korkut, İsmet Özel şiirlerinin estetik-imgeci tarafından beslenir:

‘‘Saçları denize bakan bir kadın

Çıkabilir dudaklarımın arasından’’

‘‘Esrarlı bir suya kanmaktan başka

Güneşin duyarsızlaşmasından başka nedir

Şu karanlık sanılan akşam’’

(Güze Dönüşen El)

Velhasıl, genel olarak Kadir Korkut’un şiirlerinde bireysel ve soyut konularla iştigal eden bir özne yer alır. Düşüncenin estetize edilerek şiirleştirilmesine tanıklık etmeyiz yine de. Bu anlamda, siyasi, toplumcu ve yeni realist şiirin çok uzağında bir seyir izler. Şiiri, ‘‘güvercinin düşündüğü’’ yerde düşünen, opak, ıssız, çatışmasız, kuran, kurgulayan, tasarımlayan bir öznedir bu. Kendi sessizliği içinde şiirden ve imgeden bir yurt bulan, kendi lirik ikliminde yuva kurmuş bir şiir kişisidir. Toplumsal meseleler ırgalamaz şiirlerini Kadir Korkut’un. Bu yüzden İkinci Yeni şiirinin 1960 sonrası epik duyarlığa yönelen şiirlerini değil de ilk dönem lirik tabiatı haiz şiirleri ırgalar Korkut’u. Sonsuzun yanı başında, billurdan sessizliğin içinde, tabiatla iç içe, ruhun ve imgelemin içrek taraflarında şiiri düşünür.

Bize göre (tarihsel bir saptayımdır bu) Korkut’un özgün deyişlerine kalıcılık niteliğini kazandıracak olan şey, Zaman’ın Ruhu’yla kuracağı organik bağlantıdır. Böylece şiiri daha yoğun özlerle, daha güçlü öznelerle konuşan, ses veren bir konuma gelecek, sesi, soluğu, nefesi karmakarışık bir Çağ’ı, karmakarışık bir Modern Hayat’ı, karmakarışık bir Şehrin Seslerini ve nabız vuruşlarını etkileyici bir sarsıcılıkla vurucu bir biçimde duyumsar hale gelecektir. Çünkü bu şiir, Türk Edebiyatı’nın anıtsal bir yapı olarak gerçekçi vasıflarına en yakın bir haldir. Yoğun ve estetize edilerek dışlaştırılmış bir düşünce özü, Valery’nin ifade ettiği anlamda, elmanın içindeki çarpıcı öz misali, bize güzel-duyusal bir etkinlik halinde varoluşunu duyurabilir. Çünkü ancak bu şiir, ruhumuzda mündemiç şiir tellerine derinlikle dokunacak, böylece bizi yerimizden eden, yerimizi sarsan, bize yerimizi sorgulatan büyük özlere akraba olacak, sonsuzun yanı başında, başımızdan geçmiş dünya hallerinin Türkiye’yi ve Türk insanını ilgilendiren anlamına zihin dünyamızı daha yakın kılacak, şiirlerin bizdeki nesnel karşılıklı anlamlarına daha bir varmış olacak, ‘durup ince şeyleri düşünmenin’ yanında, Türkiye’yi ve Türkiye’nin kaderini şairin kaderiyle bir ve koşut düşünmenin incelikli ruhuna da ulaşmış olacağız.

Kadir Korkut’tan, sonsuzun yanı başında, ‘‘Türkiye’nin kaderinden konuşan şiirler’’ de okumak isteriz…

Durup ince şeyleri düşünmekle birlikte, örneğin fanatik futbol taraftarlarının (tatangalar’ın) canlı, duyumlu, hareketli ve gerilimli nabzından da bahsedebilen bir şiir…

Hayatın ortasından ses veren bir şiir…

Şaire selam.     

33.

Tarık Eşref’in ‘Ölüler Fihristi’ Adlı Şiirinde Anlam Arayışları

Tarık Eşref ilk şiir kitabı ‘Taşranın Sazendesi’nden sonra derin bir sessizliğin bordasında yaşadı, sükûtun gramerini çözmek için harf harf kelime kelime dünya içre yaşamına dair ruhunu kurtaracak anlamın peşinden koştu. İştigal ettiği anlam arayışı, bugünlerde ‘yazınsal bir yapıt’ kadar derin bir şiirle sonuçlandı. Şiir geldi ve şairin içrek bir yazgı olarak benimsediği anlam peşindeki şiirsel koşusuna ve performansına yeni bir durak, bir uğrak yeri olarak ekleniverdi. Dirilerin dünyasında gayb olan anlama, ‘Ölüler Fihristi’yle bir işaret bıraktı Eşref. Şair, şiirinin dirim yüklü içeriğiyle gür ve berrak bir hayat alanından, bir hayatiyetten işaretler olarak Ölüler Fihrisiti’ni bırakıverdi yana yakıla ilerleyen yaşamımıza…

Tarık Eşref’in Ölüler Fihristi, bugün itibariyle yazdığı son şiir. Bu şiir, estetik bir bilinçle inşa edilen şiirsel evrenin imalarla, göndermelerle biçimlenen soyut bir dışavurumudur.

Biz bu değinimizde bu soyut ve içrek dünyanın şiirsel algımıza, estetik beğenimize değen unsurlarını, zihniyet dünyamıza ve ruh haritamıza yansıyan niteliklerini belirginleştirmeye çalışacağız.

İlkin şairin dış dünyaya bakışı, anlam yüklü bir çerçevede biçimleniyor. Şiirde konuşan öznenin dışındaki dünyaya yönelik algısı ve dünyayı kavrama biçimi, derin bir yalnızlık ve kırgınlığın duyumsal içeriğiyle şiirsel kalıplara dökülüyor. Mısraların bir biçime kavuşması bile belli bir kırgınlığın neticesinde gerçekleşiyor. Bu durumda şiirin biçim ve içeriğe müteallik varlık bulmasının dinamosu, ‘duygu ve duygu içre hâllenmeler’ oluyor:

’23 gün oldu dağlara bakıyorum

Gözlerim karşıdaki taşlara karşı boş değil’

Şiirde kendiliğini tasarımlayan bir özneyle karşılaşsak da bu öznenin çoğun varlığını bir ölüyle özdeşleştirmesi, sadece tekil bir hali işaretlemiyor, öznenin bir tabureyi, bir kayayı da ölüyle özdeşleştirdiğine tanıklık ediyoruz. Şiirde konuşan öznenin ölülere benzeme çabasını, ‘dünya içre’ yaşamına dair bir bellilik ve belirginlik getirme azmi biçiminde okumak mümkündür. Ölülerden ve ölülerle birlikte bir farkındalık yaratma yordamı olarak yorumlamak da pekâlâ mümkündür diyorum. Yani şairin burada anlam arayışına bir işaret getirme ve taşıma gayreti içinde olduğunu söyleyebiliriz. Şiirdeki idealizasyonel tutum, bu özdeşleşmeyle birlikte öznenin özüne dair fark ettiklerine de bir fihrist, bir indeks oluşturuyor, şeklinde bir yorum bile getirebiliriz. Ölüler Fihristi, şairin ‘içindekiler’ kısmına dair, ruh evrenine yönelik tuttuğu notlardan oluşuyor. Bu şiire, şairin ‘yaralı hallerine’ sunduğu işaretlerdir, diyebiliriz.

Çiçeğe, menekşeye adını ilk verenden neden nefret eder bir şair?

Sargının altında bir yara almaz da kendi yer alır. Yaralı benliğini açar sargı yerine, neden?

İşte Ölüler Fihristi, şairin Dünya ile yaralanmış bilincinin ‘içindekiler’ kısmından bize haber veriyor. ‘Kesildi iplerimiz’ mısra öbeğini, insanın Varlık’la olan bağının kopuşu biçiminde okumaktan yanayım. İp koptuğu ve Varlık bağı dejenere olduğu zaman insan anlatırken bile ölüden farkı kalmıyor.

Tarık Eşref, Sezai Karakoç’un deyişiyle ‘‘var olmanın dinamitlendiği yerden’’ söz alıyor, benliğin iç katmanlarından, unutuşun soyut uzamından devşirerek oluşturuyor şiir atlasını.

‘Kesildi iplerimiz, çeşitlendik

Ölmeden önce anlatırdı bunu bir adam

En güzel şekliyle

Anlatırken ölüden ne farkı vardı?’

Şairin Varlık’a dair bir susuzluk yaşadığı, ‘ayrılık’la zedelenmiş bir benliği olduğu aşikâr bir durum.

‘Dereler birer serum olmalı yeryüzü için

İnsanlar ayrılmak için doğar’

Bu durumda şairin duygu içre hallerinden, duygu-yoğun durumlardan arınmak için şiir yazdığını çıkarsayabiliriz ki böylece bir fihrist tutmak ve oluşturmak, arınmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Arınmak deyince, ‘sanatta katarsis’ olgusunu anımsamamak elde değil. Şiir burada, duygunun kaçınılmaz olmazsa olmaz bir dışavurumu gerçeğinden hareketle, şairin fıtrat özlemiyle birlikte safiyete dair tutumunun somut bir biçimi oluyor.

Tam voledeyken yaşlanan bir adam, sanırım yutkunan, düğümleri olan, ukdeler barındıran bir kişi olmalı. Buradan hareketle, şiirde konuşan öznenin, kördüğüm olmuş duygularına bir açıklık ve aydınlık getirme tavrına yaslandığını söyleyebiliriz.

Tam da voledeyken yaşlanan bir adam biliyorum’ mısraından sonra ‘Belki ben de bir vole bekliyorum’ diyen şairin bu mısraını benimsemekte zorlanıyorum. Tam voledeyken yaşlanan bir adam olmayı kimse istemez. Ukdeleriyle ve benlik çıkmazlarıyla hemhal olmak bir kenara, voleye çıkmışken topu doksanlara atmayı tercih ederim. Hedefi tam on ikiden vurmaktan bahsediyorum. Hayat, acımasızlığı ve katı gerçekçiliğiyle hedefi tam on ikiden vurabilecek özgüvene ve cesarete sahip özneleri kaldırıyor çünkü. Isırganları değilse de sarmaşıkları daha çok özlemek, hatta giderek öze çekmek, kutuplaşmanın ayyuka çıktığı bir Türkiye sosyolojisinde daha tercihe değer bir durum.

Şiirdeki konuşan özneyi dinleyelim:

‘Sarmaşıkları ve ısırganları özlüyordu

Sarmaşıkları ben de özlüyorum

Sarılgan diyorum üleştirerek, tesadüfen

Belki ben de bir vole bekliyorum.’

Şairin doğadaki varlıklara yönelik idealizasyon çabasında somut bir tavır içinde olduğunu söyleyemeyiz. Varlıktaki şeylerin, canlıların dünyası ve sunduğu anlamlar, kendi duygu çıkmazlarına bir çözüm getirme yönünde kullanılıyor. Eşref’in bir somutlaştırma edimi içinde olmadığını, Somut’un gerçeklik alanından şiir yazmadığını, Varlık’ı ve duygu dünyasını yalın haliyle kavramaktan uzak olduğunu söylemek gerekiyor. Tarık Eşref bir şair olarak duygularına yalın ve sade-ce bakmıyor, karmaşıklaştırıyor, simgeler ardına gizliyor. Eşref’in Ölüler Fihristi’ne derin ve içrek yapısal görünümüyle soyut bir ele alışın, incelikli bir şiir bakışının ürünü gözüyle bakabiliriz. Bu durumda ‘kâğıt toplayan çocuğun içindeki yangın’ ‘sprey’lerle beslenecektir, kâğıt toplayan çocuğun durumu bir toplumsal mesele olarak yansımayacaktır şiire.

Tarık Eşref bu şiiriyle duygunun yoğun ve bereketli atlasından, bir fay hattından sesleniyor okura. Duyguların fay hattında şiirin konuşan öznesinin anlaşılmayı beklediğini söyleyebiliriz, bunun yanında duygularının kırgın boşluğuna doğadan varlıklar taşıyan bir tutum içinde olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bu meyanda orta yerde bir kirpinin içine kapanması, ‘anlaşılmak içindi’ biçiminde yorumlanacaktır, bana göre bir kirpinin içine kapanması bir kenara, kirpinin ok atması daha anlaşılır bir davranış şeklidir. Kirpinin tehlike anında ok atması, daha etkin ve etkileyici bir tavırdır çünkü. Dünyaya tavır almak, dünyanın kötülüğünü püskürtmektir.

Buradan itibaren eleştirel dipnotlar olarak Tarık Eşref’in Ölüler Fihristi’ne dair bir dizi saptayımlarda bulunmak, her hâlükârda şairin ihtiyaç duyduğu çıkarımlar olacaktır.

Maddeler halinde listeleyelim:

  1. Ölüler Fihristi, söyleyiş biçimi olarak somut ve doğrudan bir ifade tarzıyla biçimlenmiyor. Bu sorunu açalım: Tarık Eşref’e bugün itibariyle doğrudan ve seçik konuşmasını öneriyorum. Sözcüklerin simgesel değerleriyle değil de derdini, tasasını, kaygısını, dünyaya dair endişelerini olabildiğince somut ve en direkt bir dil ve söyleyimle ifade etmesi, şiirinin rahat nefes alması, genlerinin, dokusunun genişlemesi, daha ayak basılmadık duyarlık atlaslarına uzanabilmesi-ulaşabilmesi için bir zorunluluktur. Gerçeğin-gerçekliğin yalın bir duyarlıkla aktarılmasına dayalı bu ifade tarzı, aynı zamanda yazdığı ve bundan sonra yazacağı şiire de ‘sarsıcı bir vuruculuk’ niteliği katacaktır.
  • Birinci durumla çok yakından bağlantılı olarak şair Eşref’in duygularına ve dış dünyaya alabildiğine yalın bakmasını öneriyorum. Şairin hayatı şiire dâhildir, der Cemal Süreya. Bu savsözden hareketle şiir de insanın üstüne başına benzemesi gerekir. Konuşur gibi yazmaktan bu kastediliyor kanımca. Şairin şiirde de seçik bir konuşma biçimini benimsemesi muteber olanıdır. Şiirde insanın neyse o olarak konuşmasından bahsediyorum. Kendiliğinden. Doğal. Tok bir ses olarak. Asıl işte bu yalın ve içtenlikli konuşma formu, dünyanın kötülüğünü savmanın ve püskürtmenin, ‘‘ateşe ateşle karşılık vermenin’’ en doğal insani tepkisi oluyor. Buradan hareketle Şair Eşref’e somut konuşmasını öneriyorum.

Bugün birçok genç şairin somut-nesnel bir imgelemle şiirini kurmadığına tanıklık ediyoruz. Varlıkların simgesel değerlerinin arkasına sığınarak dolaylamacı bir dil ve anlatım biçimi benimseniyor. Şiirde şahsi tecrübenin ancak ve ancak en yalın haliyle somut ve nesnel bir imgelemle dışa vurulabileceğini bu şairlere söylemek gerekiyor. Soyut bir duygu aralığından-alacasından örtük bir dil ve anlatımla şiiri inşa etmek, Çağın Ruhunu yansıtmaktan uzaktır. Türkiye’nin temel meselelerini şiirde tartışma hususunda duyarsız kalmaktır. Bireysel ve sınırlı bir boyut ve zeminde devinmektir. Biz de bu ‘‘Değince Dokununca’’ yazılarımızda, şiirin ve edebiyatın gürleşmesi ve mesele taşıyıcı bir güce erişmesi adına, ‘ethos’ ve ‘pathos’ damarı izleyen şairlere bunu öneriyoruz. Alabildiğine somut konuşmalarını, imgelerin, simgesel algının ardına sığınmamalarını salık veriyoruz, böylece her iki damarı izleyen şairlerin aşırı uçlarda gezinen savruk duruşlarına düzenleyici bir bakış getirmek istiyoruz.

Bu arada ve bu esnada hatırlatalım:

Biz Değince Dokununca yazılarımızı ve daha birçok metnimizi bir sorunun, bir zorunun gereği olarak yazdık, yazıyoruz. Şunun altını kalın çizgilerle çizelim öyleyse:

Biz bu eleştirel değini işlerine ‘‘eleştiri yapayım’’ diye birçok dostumuzu kırmak ve kaybetmek için başlamış değiliz. Bunu peşinen Değince Dokununca yazılarımızın 33. dizisinde geç de olsa belirtelim, ifade edelim. Bir bildiğimiz var elbette, inandığımız şiirsel-eleştirel doğrular, düsturlar var.

Türkiye’de şiir ve hikâyenin kendi sınırlı ve dar duygu ve anlatım evreninde devinmesine taraftar değiliz…

Devinen bir edebiyatın Türk edebi ortamında tesis edilmesini talep ediyoruz, devinimiyle Türkiye’yi ve Türk insanını alakadar eden bir tarafının, bir yönünün olmasını istiyoruz.

Türkiye’de yazılan şiirin yazıldığı zamanla ve mekânla kayıtlı olarak bilmek istiyoruz.

Türkiye’de yazılan şiirin bu toprakların temel meseleleriyle ilgili olmasını, meseleci-sorunsal bir edebiyatı talep ediyoruz.

En nihayet şairin kaderiyle Türkiye’nin kaderinin bir ve koşut düşünülmesini savunuyoruz..

Türkiye’de Türkeli topraklarında şiir yazılacaksa eğer, insanımıza ve kaderimize değen, değinen, dokunan yönleriyle tebarüz etmesini istiyoruz.

Buna biz talipsek eğer, kırılan dostlarımızın kırgınlıklarının da Türkiye’nin hayatından doğmasını temenni ederiz.

Kırılan dostlarımız duygularında ve düşüncelerinde bir çıkmaz durumuna düşmüş iseler bunun da hal çaresinin yaşanan hayatı/Türkiye’deki hayatı, yaşayan insanı/Türk insanını temel tavır olarak, eksen alarak çözüme kavuşturabileceklerini ifade ediyoruz…

Bunu biz alelacele ifade edelim ki kifayetsiz muhterisler ihtirasları içinde bir an durup bir nebze de olsa düşünebilsinler…

  • Bu uzun açılmış parantezden sonra, Tarık Eşref’in Ölüler Fihristi adlı duygunun lirizminin simgelerle biçimlenen şiirine dair konuşmaya devam edebiliriz:

Türkiye’de ve Türk şiirinde soyut ve imgeci bir tavırla söz alan şiirlerin dönemi kapandı. 90’ların sonu ve 2000’lerin başı itibariyle imgeci şiire son darbenin vurulmasıyla birlikte daha somut konuşan, yeni gerçekçi bir döneme doğru açıldık. Bugün Türk şiirinin ihtiyacı olan şey, şiirde somut ve doğrudan konuşan güçlü öznelerin cedel yüklü varlığıdır. Şairin korkunç bir özgüvene sahip olarak cesaretle öne atılıp atılgan bir tavırla söz aldığı ve yazdığı etkin şiirlerdir ihtiyacımız olan. Etkin, etken, etkiler bırakan, dinamik içeriği ve işlek yapısıyla Türkiye’yi ve insanımızın durumunu mesele edinen şiirlerdir ihtiyacını hissettiğimiz eserler. ‘Eser’ sözcüğünün iz bırakan, etki eden anlamını unutmayalım. Bu bağlamda Ölüler Fihristi’nin soyut ve dolaylamacı dili ve deyiş biçimiyle bireyin/bireyliğin derin dünyasını dışa vuran içrek bir tavırla yazıldığını söylemek gerekiyor. Bu durumda Tarık Eşref’e şiirinde geçen ‘bir kaşık cıvanın önyargıları kırmasını’ değil de bir avuç cıvanın yaşamsal-vitalist enerjisiyle hayatı değiştirebileceğini salık veririm.

Cemal Süreya, düzyazılarında şairleri ikiye ayırır: Hayatın değiştirilmesinden yana olanlar ile dünyanın değiştirilmesinden yana olanlar… Tarık Eşref, hayatın değiştirilmesini istiyorsa eğer, ‘bir kaşık cıva’daki hayati öze yoğunlaşmalı derim. Yok, eğer dünyanın değiştirilmesini istiyorsa, ‘kıyıyı döven dalganın’ kendini bulmasına odaklanmak yerine, zorunluluk kipine sarılarak sarmalanarak, toplumsal ve dünyasal olanın izini/izleğini sürmeli derim. Düşüncenin yani ki bir fikir kavgasının kendini bulduğu yerden bahsediyorum. Bir düşünce damarının ruhuna yaşattıklarıdır bahsettiğim. Tarık Eşref’e epik bir yönsemeyle birlikte dünyaya ve hayata bir kavganın, bir meydanın ortamından bakan, kitabın ortasından söz alan Diriler Fihristi’nin cedel yüklü atmosferinden seslenmesini salık veriyorum.

Böylece bir fihrist, tüm diriliği ve canlılığıyla dirilerin dünyasından bize ses veren bu şiir, dirilerin fihristi olmaklığıyla dünya üzerindeki var olan adaletsizliğe ve zulme de söz söyleyen güçlü bir konuma evrilecektir. Bu şiir, dirim yüklü ve korkunç nefesiyle bu dünya hayatı için de yeni bir soluklanma yeri olacaktır.

Pablo Neruda’nın ‘boşuna yazılmayacak şiir’ sözü de asli anlamına kavuşmuş olacaktır.

Ece Ayhan’ın deyişiyle mısra mısrada, şiir şiirde kalmayacak…

Şaire selam.

34.

Duyguları kalbiyle perçinlenmiş güçlü ve bütünlüklü bir şiir: Çarpışma

Bünyamin Gürel için şiir, yürekten içtenlikle söylenmiş lirik bir şarkıdır. “Çarpışma” da bu doğal içtenliğin lirik bir kanıtı. Yüreğinin dip köşe yerlerinden doğal bir şiir zekâsıyla bulup çıkardığı değerli bir incidir Çarpışma. Gürel bir ‘güzellik avcısı’ aynı zamanda. Dünyadaki var olan kötülüklerin, haksızlıkların, süregelen zulüm ve karanlığın güzellik edimiyle artık gölgede kalacağı ve sona ereceği inancıyla yazıyor ne yazıyorsa. Var olan çabası ve içli-duygu içre yüreğiyle de bu fani ve kaypak dünyaya sapasağlam/gelecek nesillerin de istifadeye açık olacağı bir “güzellik bitkisi” dikmek kaygusuyla yazıyor aynı cihette. Kutlu bir çaba, takdire şayan bir arayıştır bu.

Gürel, dünyanın kötülüğünün farkında bir şuurla yazıyor bunun yanında. Zamanın kötücül etkilerinin ruhunu yıprattığı bir zaman diliminde, bir evrede buna mukabil yüreğini sağaltmanın da derdini-tasasını duyuyor. Şu mısra lirik öznenin zamansal farkındalık düzeyini oldukça somutluyor:

“zaman, fırtınalı bir gecede yorulan atlılar”

Çarpışma, zamanı ve varoluşu derinden duymanın ve yaşamanın şiiridir. İlkin flu-belirsiz bir efkârlanmayla başlayan şiir, somut ve dinamik şiirsel kavrayışlarla Varlık’ta hareketin, Varlık’ta kaosun, Varlık’ta nizamın, Varlık’ta derin ve içrek bir duyuşun farkındalığıyla gelişip şu biçimi alıyor:

“gördüğüm muhteşem bir döngüydü evrende

her yerde çalkantı her yerde kaos

her yerde denge her şey yerli yerinde

varlık eşittir yokluk

madde eşittir antimadde” 

Farkındalıklarla ilerleyen bir şiir Çarpışma. Varoluşun, yaratılışın hikmetini aramanın şiiri de diyebiliriz. Bu arayışta yalnız değildir şair, aşk vardır çünkü. Bu arayışta kırık-dökük, yara-bere içinde kalınsa da hâlâ “Sen” kokan bir Varlık vardır.

“bunca kırık döküklük

bunca yara bere içinde tanrım

neden hala sen kokuyorum”

Bünyamin Gürel bu varlık araştırmasından duygusal bazda bir iç zenginliğiyle dönüyor. Çünkü Gürel’in tüm şiirlerinin membaı-kaynağı yürektir de ondan. Yürek tükenmez. “İnsan Tükenmez”. Gürel kendi iç evreninden güç alan-güç devşiren bir şair. Bu da onu bir kez daha lirik şairler katına yükseltiyor. Doğallığıyla. Numara yapmayışıyla. Gösterişsizliğiyle. Kendindenliğiyle. Etkileyici bir şarkı ancak böyle söylenir de ondan. “İnsan taklidi” yapmayarak elbette.

“boğazımda kekre tadı dünya şarabının

dilimde lirik bir romans

ne olur bitmesin ey güzel Tanrım

bu süreğen çarpışma

bu baş döndüren dans”

Teknik açıdan bakacak olursa, duygunun iç lirizminin şuurunda olarak ilkin belirsiz muhayyel bir görüntü, bir imgeyle başlayan şiir, “bir yürek şarkısı” biçiminde metin boyunca içli ve soyut bir ses olup gelişerek yerinde bir finalle bitiyor. İçli ve soyut derken bu sesin, duygularının müziksel kalabalığı ve çeşitliliğiyle zenginleşip senfonik hâl alarak ilerleyen bir çokboyutluluğunu da göz ardı etmiyoruz.

Bu çokboyutluluğun bir yönü Varlık’ta harekete bakıyor.  Lirik özne, var olan yarımlığı lirik biçimsel bir kavrayışla Varlık’ta hareketi fark ederek bütünleme arayışındadır, hattızatında çarpışmanın ve hareketin müziğini duyma-hissetme burada temel belirleyici bir edebi tutum olarak beliriyor. Yazımızın en başında da ifade etmiştik, Gürel’de şiir bir şarkı olarak başlıyor, bir şarkı olarak bitiyor. Yüreğin Güzellik Şarkısı… Lirik bir senfoni…

“konuşuyor her çarpışma diğer çarpışmayla

yazgı seni var beni yok kılan çok hasarlı bir karşılaşma

çarpışarak tamamlanıyor bütün

çarpışarak var oluyor aranan eksik parça”

Bünyamin Gürel’e bir önerim var: Şiirde karşı-sesleri de dinlemeli derim Gürel. Hüseyin Cöntürk’ün deyişiyle, Şiirde “çağdaş bir duyarlığa” varabilmek, çağının müziğini duymakla da ilgilidir. Mesela Cöntürk’ün “Yeni Şiir ve Yeni Müzik” başlıklı yazısında ifade ettiği Gürültünün Müziğine (Atonal Müzik) duyarlı bir kulak da edinebilirse daha canlı, hareketli, nabızlı ve duyumlu-işlek bir şiire varabilecektir Gürel. Hatta Amerikan Negri Şiirini, Siyahi Şiirin atonal seslerle çatılmış kakofonik ve anti-senfonik şiirini de deneyimlemeli mısralarında. Afro-Amerikan şairlerinden Amiri Baraka (Emir Bereket)’nın Jaz Müziğiyle şekillenen ve sert bir ruh şarkısına bürünen “karşı-şiir”i de denemesini öneririm.

Bünyamin Gürel’in aşağıya aldığım mısralarında belli bir özgünlük kaygısıyla, özgün bir söyleyiş gereğince hareket ettiğini görüyoruz. Bu mısraları şiirin tümüne yayıp genelleyerek Gürel kendine özgü özge şiir kumaşını daha bir perçinleyebilir, diyorum. Bu durum/yazınsal tutum şairin dünyasına özel bir kavrayış biçimi/rengi/edası da katacaktır:

“içli bir ses seçiyorum kendime dünya sinemasından

sesimi arıyorum kozmik plakta kaybolan iç sesimi”

“Benim de çatılacak bir kaşım var dünyaya kapkara” diyen bir şiirden, “kara şiir”den sert sesli mısralar da bekliyoruz Gürel’den.

“Ruhun esir maddesi”ne başkaldıran şiirlerle birlikte dünyanın ruhumuza yaptığı fenalıklara kazan kaldıran yiğit şiirler…

Dünya ile kemik kemiğe çarpışmanın, bir mukabelenin verimi yoğun şiirler… Çatışmanın Şiiri…

Velhasıl kelâm, sevdim Çarpışma şiirini. Dinç bir ses. Duygularını kalbiyle perçinlemiş güçlü ve bütünlüklü bir şiir Çarpışma.

Güzel-duyusal bir şarkı. Bir kâinat şarkısı.

Tebrik ederim…

Kaynaklar:

-R.Wellek, A. Waren, Yazın Kuramı, Adam Yay. Ekim 2001, İst.

-Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi Birinci Kitap içinde “Yeni Şiir ve Yeni Müzik”, s.182. YKY, Ocak 2006, İst.

-Hakan Arslanbenzer, Neo Epik Şiir içinde “Işıktan Gölgeye Amiri Baraka (Emir Bereket) Şiiri”, s.303. Okur Kitaplığı, Eylül 2012, İst.

-Hakan Şarkdemir, Kahramanın Dönüşü içinde “Şiddetin Müziksel İfadesi”, s.166. Ebabil Yay. Nisan 2008, Ank.

Çarpışma

1.

kim kime çarptığından habersiz

birileri birilerine çarpıyor durmadan

kim kimi yaktığından habersiz

birileri birilerini yakıyor durmadan

kimin dumanıyım tanrım bu gri boşlukta?

iki ruh çarpışıyor bir kapı ağzında

tutuşmakta bir kalp diğerinden

iki beden çarpışıyor bir köşede

tutuşmakta bir beden diğerinden

her şey çarpışıyor gördüm bunu

sokaklar insanlar hayvanlar arabalar

bense yokluğuna çarpıyorum durmadan

gölgeni kucaklıyorum mekânsızlıkta

konuşuyor her çarpışma diğer çarpışmayla

yazgı seni var beni yok kılan hasarlı karşılaşma

çarpışarak tamamlanıyor bütün

çarpışarak var oluyor aranan eksik parça

iki çift göz çarpıştı biraz önce

görmeksizin birbirini

biri ürkek

oldukça cesur diğeri

biri yasaklı ama engin bir denizde yüzüyor kelimeleri

diğeri özgür ama tutuklu kelimeleri yaşamak savaşında

koşarken bir başka çarpışmaya doğru

kayboldular kırık aynalarda

her şey çarpışıyor gördüm bunu

iki sevinç

iki umut

iki hüzün birbirine

Hadron Çarpıştırıcısı’nda gibiyim Tanrım

koşturuyorum oradan oraya

2.

çalışıyor dinamo dönüyor -kalbimde- volan

düşüyor eriyen kırmızı gül yaprağına başım

hangi çarpışmanın dumanıyım bir bilebilsem

hangi dominonun devrilen taşıyım Tanrım?

cızırtılı bir trafikte akıyorken evren

doğru frekansı aramakla geçti ömrüm

var ile yok arası dalga boylarından

sörf yapmak için kendime

bir tsunami seçtim

gördüğüm muhteşem bir döngüydü evrende

her yerde çalkantı her yerde kaos

her yerde denge her şey yerli yerinde

varlık eşittir yokluk

madde eşittir antimadde

yeni bir gala gecesi başlatıyor hüznüm

her ağlamaklı finalin sonunda

en başa sarmak zorunda kaldığım bir film gibi

dönüyor kozmos çılgınca dev ekranda

giyinip ölgün suretlerden birini

izliyorum teleskoptan devinimi

içli bir ses seçiyorum kendime dünya sinemasından

sesimi arıyorum kozmik plakta kaybolan iç sesimi

seslerden ibaret şimdi her görüntü

“kün” emrinden mürekkep bir şarkı âlem

çözüp usumun kurdelesini

şarkıya uyduruyorum kalbimi

kalbim, son zamanların en iyi bateristi.

zaman, fırtınalı bir gecede yorulan atlılar

ve bir ırmak eskizinin kıyısında duyulan şarkı yaşam

zaman esin kaynağı

dizeleri ezberinden silinmiş yaşlı bir şairin

zaman eşsiz bestesi lâ mekân senfoninin

başkaldırıyor esir maddesine ruhum

yok diye bir şey yok ancak öğreniyorum

ey Tanrım öğrendim şunu da yaşadıklarımdan

buldum dediğimde Seni kaybediyorum

bunca kırık döküklük

bunca yara bere içinde tanrım

neden hala sen kokuyorum?

boğazımda kekre tadı dünya şarabının

dilimde lirik bir romans

ne olur bitmesin ey güzel Tanrım

bu süreğen çarpışma

bu baş döndüren dans

Bünyamin Gürel

Kasım 2017- Mayıs 2018

Antalya

[Eleştiri Haber, 30 Mayıs 2018]

35.

Özünde şiirsel bir yeteneği taşıyor

Edanur Özdemir, ilk defa şiirlerini www.elestirihaber.com da yayınlıyor. Bartın Yazarlık Atölyesi’nde şiirlerini getirip gösterdiğinde şiirinin diğer arkadaşlarının yazdığı şiirlerden farklı olduğunu gördüm, daha çok ve daha sık yazması yönünde teşviklerim oldu. Özünde şiirselliklerle parlayan bireysel bir yeteneğinin olduğunu aşağıdaki şiirlerden sizler de tanıklık edebilirsiniz. Bu şiirlerde genel bir ilk izlenim olarak, “şarkı sözü” yalınlığında sade bir duyarlıkla, o an aklına hangi bir görüntü, hatıra, izlenim, durum ve hal bilgisi gelmişse direkt yazıya, metne aktaran bir yazınsal tutum içindedir Edanur. Anlık duygulanımlardan müteşekkil şiirlerden oluşur bu metinler. Ân’lardan duygusal bir anlam çıkarma temel bir tutum olarak beliriyor şiirlerde. Dilde anlatılamayanı kelimelerle anlaşılır kılma çabasını da görmezden gelemeyiz. Kelimelere, kelimelerin ruhuna tümüyle inandığını söyleyemeyiz Edanur’un. Bir tür “sessiz iletişim” kurma taraflısıdır, susarak konuşmak diyoruz biz buna. Ama şiir yazıyorsa ve şiir de kelimelerle yazılıyorsa kelimelerin özüne inmek zorundadır Edanur, kelimeleri ruhunda duymalıdır, iyi şiir yazmak, sıkı şiirler ortaya koymak istiyorsa şayet kelimelerin huyunu-suyunu öğrenmek gerektir. Örneğin aşağıya aldığımız dörtlük Edanur’un yukarıda betimlediğimiz yazınsal tutumuna uyuyor, bu mısralar onun henüz şiirin bir “söyleyiş biçimi” olduğu gerçeğini yakınsamadığını gösteriyor, yüzeyde bir şiir yazıyor Edanur, ruhun iç menfezlerine, kelimelerin ruh köklerine inebilmiş değil, anlıklarla, enstantanelerle şiirini biçimleme ve tamamlama derdinde daha çok:

“Dilde mi kalır her şey?

Anlatmazsa,

Anlayamaz mı insan?

İlla söylemek mi gerek?”

Edanur’un bu şiirlerin içinde şu mısralarını daha çok beğendim, çünkü bu mısralarda daha çok şiire yaklaşıyor, şiirselin bölgesine bu mısralarla daha bir dalıp çıkıyor, dalıp çıkmakla yetiniyor ama. Edanur, şiirin henüz bir kelime sanatı hatta giderek bir yaşama sanatı, bir duyarlık meselesi olduğu gerçeğinin ayırdında değil. Kelimeleri ruhunda duyarak uzun mısraı da denemeli mesela. Bunun için İkinci Yeni şairlerini, mesela Turgut Uyar’ı okumasında bir fayda görüyorum. Şiire en çok yaklaştığı mısralar hangileri Edanur’un, aşağıya alıyorum:

“Sessiz olacakmışız azizim!

Kafamızın içindekileri infaz edemeden.”

Burada cesaretli bir söyleyiş biçimi olduğunu görüyoruz. Cesaret bahsinde İsmet Özel’i okuması Edanur’un şiirlerine ayrı bir imgelem gücü katacaktır.

Edanur’un şiirini soru imleriyle şekillendirmesini önemli buluyorum. Şiirde sorular sormak hemen her zaman bir şiirsel cesaret örneğidir. Bu sorularını güçlü bir duyuş ve derin bir imgelem bilinciyle biçimleyebilirse şiirsel gelişim bakımından faydasına olacaktır Edanur’un. Bunun için çokça şiirler okuyarak, sıkça temrinler-şiir alıştırmaları yaparsa kelime haznesinin de gün geçtikçe geliştiğini fark edecektir.

“Hadi! Gel birlikte susalım” diyen Edanur’un artık şiirde gürül gürül konuşmasını bundan sonraki yazacağı şiirlerde okuyup göreceğiz.

Gökyüzünde beyhude kanat vurarak kendini bulamayan bu şairimizin kendini bulup sözü-imgeyi tam on ikiden vurarak dünyaya karşı cesaretle yeni sözler söyleyen şiirsel atılımını görmek de bizim beklentimiz olsun…

Yeni duyarlıklarla örülmüş atılımcı yeni şiirler de bekliyoruz Edanur’dan…

Bekleyelim, görelim.

EDANUR ÖZDEMİR’DEN 4 ŞİİR

GÖZLER-1

Söz yazılan mıdır?

Anlatılan mı?

Göz gören midir?

Anlayan mı?

Dilde mi kalır her şey?

Anlatmazsa,

Anlayamaz mı insan?

İlla söylemek mi gerek?

Gözden akan bir yaşa,

Hangi anlamı yüklersin?

Tuzlu bir suya,

Her zaman karışım mı dersin?

Yazılan yazıda mı kalır?

Satır sinelere akarsa,

Sineler harelerde mi kalır?

Gözler anlamsızca bakarsa…

GÖZLER-2

Gören de o, gizleyen de

Bazen anlatan,

Bazen anlatamayan.

Her şey sineye çekildiğinde,

Gözyaşlarıyla ağlaşan…

Âmâ olup

Karanlıktan kalsa da

Çıkış yolunu bulup

Çiçek bahçesinde olsa da

Anlatır mı her şeyi gözler?

Ne olup ne biter?

Gelen, geçer mi?

Giden göçer mi?

Anlar mı gözler?

İki yaşta kalır bazen sözler…

SESSİZ KALALIM

Hadi! Gel birlikte susalım

Caddeler niye böyle boş?

Yağmur altında kalalım,

Bulutlar niye durgun bugün?

Hadi! Koşalım bir ömür,

Sessiz kalacağına söz ver

Oturalım bir kaldırım taşına,

Boş satırları dolduralım.

Susacak mıyız?

Birlikte susalım,

Ağlayacak mıyız?

Oturur birlikte ağlarız…

Yeter ki kalalım,

Dizelerde saklı saydıklarım

Yeter ki kalalım,

Önünde diz çöktüğüm mısralarım.

DURMUŞ KÖŞEDE BİRİ 

Durmuş köşede biri, bağırıyor: “Yorgunum!”

Öteki de ona bağırıyor: “Sessiz ol!”

Durmuş bakıyor bir haberci,

“Kim yorgun değil ki?”

Durmuş köşede biri,

Diğeri,

İlerideki,

Biz nerdeyiz ki?

Sessiz olmamız gerekiyormuş

Durgunluğumuz yetmez mi?

Sessiz olacakmışız azizim!

Kafamızın içindekileri infaz edemeden.

Durmuş köşede biri,

Yazanlara inat çizmekle uğraşan.

Durmuş bakar,

Bu neyin resmi, neyin nesi?

Bir de biz duralım,

Zamanı durduralım

Zaman durdu,

Biz durduk…

Durmuş bakarım,

Bir ben kalmışım,

Gökyüzüne kaç beyhude kanat çırpışım?

Hâlâ yalnız, hâlâ kendimi bulamamışım…

36.

Ömer Kaya’nın “Mikro Öyküleri” Üzerine Alternatif Yorumlar

Ömer Kaya’nın 5 mikro öyküsü ucu açık anlam yoğunluğuyla dikkat çekiyor. Küçürek öykünün bir özelliği de 3-4 cümle, 1-2 paragrafta çok anlamlı bir yapı kurmasıdır, diyebiliriz. Hayatın, dünya hayatının fani hevesler üzerinde oyalanıp bizi eğlendirdiği mesajıyla yüklü olduğunu düşünüyorum bu kıpkısa öykülerin. Kaya, bu kısa öykü çalışmalarıyla bizi düşündürdüğü gibi mikro öykü türünün kendine mahsus yapısal bütünlüğünü de sergilemiş oluyor. Küçürek öyküyü, daracık yapılanmalarda (cümle kuruluşlarıdır kastettiğim) okuru vurucu birkaç fırça darbesiyle sarsalamak olarak algılıyorum. Sarsıyor bizi Kaya, sarsarken de türün estetik olanaklarını araştırmaktan, sunmaktan geri durmuyor. Bu 5 mikro öykü neler çağrıştırıyor okura peki? Kısaca değinelim ve yorumlayalım:

Nafile İmgelem, ilk cümlede geçen “fırtına”nın yani dünyanın sonunun ve ölüm gerçeğinin varlığından haberli insanoğlunun birbirine sığınak olmayışını dolaylamacı bir dille aktarıyor. İnsanın zihin yorgunluğu ve yoğunluğunun bir çıkış kapısı olarak, “gökyüzü” yani özgürlük işaret ediliyor. İnsan kibirli haliyle gökyüzüne bakarak kendi güçsüzlüğünün farkına varışıyla öykü sonlanıyor. Öykü sonlanıyor ama bitmiyor aslında, türlü hayat gailesi ve telaşesi içinde bunalmış bizlerin imgeleminde öykü bir uyarıcılığı ve ikazıyla devam ediyor. İnsan fazla artistlik yapmamalıdır diyor yani yazar, hayat fani ve ölüm var. İnsan hız çağında kendi acziyetinin farkına varmalıdır nitekim. Öykünün öz olarak kısa iletisini ben böyle okuyorum. Dileyen farklı okumalar yapabilir elbette. Bu da Kaya’nın bir öykü yazarı olarak kaleminin varsıl bir memba olduğunun işaretlerini veriyor…

Lalettayin, dünyadaki yaşayışına bir var oluş gerekçesi bulamamış ve yaratılış hikmetinin anlamına varamamış kişiler “lalettayin” yaşarlar bu hayatta. Lalettayin, Türkçe sözlükte “özensiz bir biçimde, gelişigüzel, herhangi, sıradan.” anlamlarına geliyor. Öyküde tipik bir ihtiyarın, bir piri faninin amaçsız yaşamı konu ediliyor. Bir piri fani ama Varlık’la, Tanrı’yla ontolojik bir bağı olmayan bir adamdır bu. Hayatta ciddiye alınır bir hedefi olmayan, gelişigüzel yaşamış bir adam. Bir önceki öyküde fırtınadan, ölüm gerçeğinden, dünyanın sonundan sezdiriliyordu, bu öyküde fırtınasız başıboş bir hayat algısı söz konusu. Dolayısıyla Kaya’nın bu kısa öykülerinde, gel-gitli ruh hallerinden, dünyanın ve insanın var oluş durumlarından bahis açılıyor, diyebiliriz. Ömer Kaya, kısa öykülerinde bir dünya gerçeğini, insanoğlunun asli yerini, hayatın varlık hallerini öykü konusu yapıyor, demek de mümkündür.

Ömer Kaya’nın Fizikötesi öyküsünü diğerlerinin yanında daha dikkate değer buldum. İnsan reel-ötesi kaygılarla hayattan kopmamalı, dünya gerçeğiyle bağını koparmamalı, fazla uçmamalı, diyor yani yazar. Doğunun zihni atalete sevk eden metafizik anlayışına bir eleştiri şeklinde okuyorum bu metni. Bu öyküyü “somut” olana işaret ediyor oluşuyla önemli buluyorum. Dolaylı yoldan yazar, “hayat mucibince, icap ettiği gibi dolu dolu yoğun yoğun yaşanmalı” mesajını veriyor okura. İnsan gerektiğinde apoletleri, titr’leri, diplomaları yırtıp atmalı ve hayat neyi gerektiriyorsa yalın bir biçimde yaşamaya devam etmeli.

Kendi Düşenler öyküsünde öz olarak tümüyle bir insanın (Modern Batılı insanın) modernizm serüveni var. Bu kısacık öykü için bir uzun makale bile yazılabilir, diye düşünüyorum. Utanmayı unutmuş bir dünya! Utanmayı unutmuş bir insan! Modern Barbarlık dönemlerini yaşamadığımızı kim söyleyebilir? Ezcümle Modern teknolojik ilerlemeyle birlikte geliştiğini sanan modern insan, tabiata ve dünyanın doğal yapısına müdahale ederek ahlaki ve insani anlamda kendi düştüğü gibi akıbetinin sonuçlarını da kendi gördü, görüyor. Çoğul anlamlara kapı aralayan bir öykü Kendi Düşenler. Felsefi anlamı deşilirse Camus’nun Sisifos’u ve Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı bağlamında da okunmaya müsait bir içerik derinliği taşıyor bünyesinde…

Kaya’nın Rücu öyküsünden her okur yaşadığı hayat muvacehesinde kendine göre bir anlam algılayabilir. Bünyamin Gürel dostum, sevmekten vaz geçmemek gerektiğini söylemişti bir konuşmamızda. Karşı cinse karşı karşılıksız ve samimi sevgimiz sonuçsuz kalsa da “sevdik gitti” demeli, sevmeye devam etmeliyiz. Ben de enteresan bir mütekabiliyetle “sevdik gitti” deyip hayretle ve kırgınlıkla hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyorum bugünlerde. Kaya’nın Rücu öyküsü “yaralı” yüreğime bir ilaç, bir reçete gibi geldi, bile diyebilirim. Anlaşılan, “karşılıksız sevmelerin ustası” olacağız bu gidişle. Sevdik gitti, ne yapalım yani, hayat devam ediyor… Hata devam ediyor demeliydim…

37.

Meselesi olan bir edebiyat ve düşünce dergisi: Kertenkele

Mevcut edebiyat dergileri içinde uzun süredir “şiir eleştirisi”ne hatırı sayılır bir yer veren Kertenkele, bu sayısıyla da yaklaşık 40 sayfaya yakın bir eleştirel toplamla kendine özgü farkını cesaretle bir kez daha ortaya koyuyor.

Emek ürünü, el emeği göz nuru şiir eleştirisi metinlerine yer verme gereği duymadan geçip giden, çıkıp yayınlanan, yayınlanıp çöp ve fosil şeklinde “dergiler mezarlığı”ndaki yerini alan bir yığın olarak edebiyat dergileri topluluğu ve çoğulluğu içinde ve ortasında, kendi “eleştiri farkı”nı ortaya koyarak incelik ve titizlikle eleştirel çalışmalara gönül indirmek de Kertenkele’nin “kalıcılık” noktai nazarından geleceğe “tohum bırakan” sıkı dergilerden biri olduğunu fazlasıyla kanıtlıyor.

Özcümle, edebiyat ve düşünce dergisi Kertenkele, 36. Sayısıyla da “geleceğe kalan” bir süreli yayın olarak zihinlerdeki ve eleştirel edebî dimağdaki yerini almış bulunmaktadır. Yeni nesil dergiciliğin magazinel ve uçucu metinleri bir kenara, “kültür-sanat-edebiyat” mottosuyla yayınlanan birden fazla derginin bile “eleştirel dikkati” göz ardı ederek bir yayın faaliyeti içinde beyhude çabaları, 36 sayıdır çıkan Kertenkele’nin “dergicilik kulvarı”nda 36 kilometre önde yürüdüğünü, görmek isteyen/istemeyen gözlere bir kez de biz ifade etmiş olalım. Edebiyat topluluklarının, kliklerin, çete görünümlü yapılanmaların ve edebî cemaatlerin kendi iç menfezlerindeki muhkem/tahkim edilmiş sert yapısı, 36 sayı “Türk Şiir Eleştirisi”ne sunulan bu önemli katkıyı ve birikimi görmüyorsa; kimse bu durumda “vefa”dan ve “İslam kardeşliği”nden bahsetmesin, inandırıcı olunamıyor. (Bu mantaliteyle de samimi ve inandırıcı olmayı başarmaları ihtimal dahilinde görünmüyor). Kertenkele, tüm bu “hastalıklı körlüğe” rağmen, “kervan yolda düzülür” deyip yola revan olarak 36 sayı “Türkiye’nin ve Türk Şiirinin kaderine dair” sözlerini/savsözlerini ifade etmekten çekinmedi, çekinmiyor, çekinmeyecek! Artık dilimizin altında beklettiğimiz baklayı çıkaralım, değil mi?

Savsöz:1

Türkiye’de “kültürel iktidarın” gölgesine sığınmadan “yerli ve milli” bir edebiyat ve düşünce dergisini çıkarmak mümkün müdür? sorusunun cevabı 36 sayı yayınlanan Kertenkele’dir! (Aksini iddia eden varsa boğuşalım onunla!)

Savsöz: 2

İslami holdinglerin gölgesine sığınmadan, “Türkiye’de bağımsız bir dergicilik nasıl yapılır?” sorusunun cevabı da Kertenkele’dir! İşte 36 sayı! İşte ispatı! Halep oradaysa arşın burada! Bu topraklarda!

Savsöz: 3

Sözünü sakınmadan, milletten ve memleketten yana olarak, “Bu Ülke”nin dertleriyle hemhâl tek edebiyat ve düşünce dergisi Kertenkele’dir!

Şimdi bu “tek”liği ve kendine münhasırlığı, Türkiye’nin ve Türk Şiirinin kaderiyle merbut halini, “içsöz”lerden hareketle belli başlı meseleler etrafında ve maddeler biçiminde ispat edelim:

Madde: 1

Kertenkele, uzun süredir devam ettirdiği yazı dizisi “içsöz”lerde, Türkiye’nin ve Türk Edebiyatının gündemine dair belli başlı meseleleri konuşarak cesaretli söylemleriyle söz alıyor, söz söylüyor. 36. Kertenkele’de de “içsöz”ler bu kez üç farklı ama birbiriyle bağlantılı meseleyi tartışmaya açıyor:

“Şiir öldü mü? Hikâye yaşıyor mu?”

Muammer Yavaş, kaleme aldığı “içsöz”lerin ilk cümlesi olarak, “Evvela şiir merak edilir,” diyor; sözü şiire, şiirin başat ve öncelikli oluşuna veriyor. Edebî türlerin şahı olarak sözü, önceliği şiire vermek, edebiyatı şiirle başlatmak, Yavaş’ın da bir şair olduğu göz önünde bulundurulduğunda, önemli ve gerekli bir başlangıçtır. Yavaş, hikâyeyi, hikâyenin hayatta oluşunu da şiire bağlıyor ki bu, özgün bir kavrayıştır. Şiirle hikâye arasında hayatî bağlar kurmak, günümüzde modern öykü eleştirmenlerinin çokça üzerinde durmadığı bir husustur. Bu eleştirmenler, şiir-öykü bağını kurarken şiire dair, şiirden faydalanmaya yönelik “duygusal betimlemeler” ve “şiirsel dil” bağlamında teknik olarak bir “öykü kurma zihni”nden bahsederler. Yani genel olarak öykücüler, öykü teorisyenleri ve eleştirmenleri şiiri, şiir sanatını, şiire özgü dili, teknik bir malzeme, duygusal bir atmosfer ve dekoratif bir unsur olarak kullanmaktan yana bir tutum sergilerler. Oysa aynı zamanda bir şair de olan Muammer Yavaş’ın bu hususta şiire öncelik tanıması ve şiiri taçlandırması ona yakışır bir davranıştır ve ona özgüdür. Yavaş, “İçsöz”lerde bu hususu şık bir ifade ile şöyle dile getirir:

“Şiir öldü mü hikâye için yaşıyor denemez.”

Bu bağlamda ve bu minvalde, Yavaş’ın “içsöz”lerde sorup dile getirdiği şu hususu, günümüz öykü sanatını gerçeklik kavrayışından ve “gerçek bilinci”nden arındırmak/soyutlamak isteyen “durum öykücülerine” ve suya sabuna dokunmak istemeyen öykü eleştirmenlerine sormak gerekiyor:

“Türkiye üzerine düşünmek ve varlık göstermek gerektiğinde bir edebî tür olarak hikâyenin buna kudreti görülmüş mü?”

Şiir-Hayat bağlamında Yavaş’ın şu veciz ifadesi, çerçeveletilip öykü eleştirmenlerinin duvarına asılsa gerektir ve katılmamak mümkün değildir:

“Şiirde hikâyenin hayatı mündemiçtir. İhtiyaç duyduğu yaşam belirtileri şiirin devamına sıkı sıkıya bağlıdır.”

Geçmişten günümüze Türk Edebiyatında şiir/şair, akamete uğradığı dönemler dışında, daima ve hep hayattan yana bir tutum ve tavır sergilemiştir. Hayata kök salan şiirin dinamik ruhunu göz ardı ederek öykü yazmak ise ancak ve ancak bir biçim gösterisi olacaktır. Öykünün, (bugün hayat damarları soyut oyunculluğa indirgenmiş öykünün), şiirin hayatiyet kesbeden özüne ihtiyacı vardır. Şiirdeki bu dinamik özle hikâyenin bir anlatı dili çerçevesinde şekillendirdiği hayatı birbiriyle bağlantılı bir bilinç ve bir hayat özüyle birlikte ele almak, bir şairden bekleneceği üzere, özge bir bakıştır, hakkaniyetlidir ve özgündür.

Muammer Yavaş, “içsöz”ler muvacehesinde Türkiye’nin edebiyat gündemine dair sorulması gereken belirleyici nitelikteki esaslı sorularını sormaya devam ediyor.

Mesela merkezi dergilerdeki yönetimin hikâyecilerden oluşmasını göz önünde bulundurarak, genel olarak edebiyat ortamına bugüne dek hiç sorulmamış bir soru yöneltiyor:

“Şiir öldü mü ki dergileri ‘hikâye’ yönetiyor?”

Hasılı kelâm, “içsöz”ler, üzerinde çokça düşünülmesi ve fikir yürütülmesi gereken sorular soruyor, meseleler ortaya koyuyor. Bu bapta, Türkiye’nin edebiyat mahfillerinin bu önemli konu ve soru/n/ları tartışacağını umuyoruz.

Madde: 2

Kertenkele’nin “içsöz” başlığı altında tartıştığı ikinci mesele, Hece Öykü’nün 85. Sayısında yayınlanan Kemal Gündüzalp imzalı “Selahaddin Demirtaş güzellemesi”dir. İslamcı (İslamî hassasiyetlere sahip anlamından İslamcı) bir edebiyat yayını olan Hece dergisinde, SD’nin “gizli bir yetenek” olarak satır aralarında aklanmaya çalışılması, Muammer Yavaş’ın, dolayısıyla Kertenkele’nin de sert bir biçimde eleştirdiği bir mesele olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda, yoğun bir tepki ve tavır anlamında, sosyal medyada Muammer Yavaş, Mustafa Özçelik, Bünyamin Gürel ve Nadir Aşçı dışında, kesin bir karşı oluşla net olarak ciddi bir duruş sergileyen şair, yazar, edebiyatçı, yayıncı, kültür adamı, öykücü ve eleştirmene tanıklık etmedik. Şair Muammer Yavaş, yenilir yutulur bir lokma olmayan ve yutturulmaya çalışılan bu hince zoka karşısında, duruş sahibi ve samimi bir Müslüman-şair olarak tepkisini dile getiriyor.

Bu satırların sahibine göre, şehitlerimizin kanı üzerinde hâlâ daha kirli elleri dolanan bu mel’un şahsın, bir “öykücü yetenek” olarak öne çıkarılması veya bahse değer görülmesi, neresinden bakılırsa bakılsın bir suçtur, bir cürümdür ve maşeri vicdanı yaralayan bir hatadır. Bunun “Kamuoyuna Açıklama” ile savunulacak ve düzeltilebilecek hiçbir yönü yoktur. Hece dergisi, bu anlamda bir duruşsuzluk ve ilkesizlik örneği sergilemiştir.

Muammer Yavaş’ın karşı çıktığı husus, KG tarafından biçimlendirilen “kılıf” ve bu “kılıf” altında “yazınsal başarı” öne sürülerek aktarılmaya çalışılan niyettir.

Bu satırların sahibine göre, KG’nin iki yüzlü bir üslûbu, yazım tarzı ve deyiş biçimi var. Net olmak gerekirse, KG hem “yazınsal yanıyla başarılı bir öykü kitabı”ndan bahsediyor hem de SD’nin “yazarlığını özgür koşullarda sürdürmesinin anlam kazanmasını” dile getiriyor. Yani KG, Seher’deki “politik öz”ü de açığa çıkarmış oluyor…

Burada bir tezgâh var. Burada bir numara var. Burada sağ gösterip sol vurma var. Burada bir münafıklık var. Burada bir pazarlama var.

Buna mukabil “Hece Yayınlarının Kamuoyu Açıklaması” ise birbiriyle çelişkili ve birbirini tutmayan veriler sunuyor. Hem bir “düşünce geleneği”nden ve “yerli bir kimlik”ten geldiğinizi söyleyeceksiniz hem de “kirli bir el”in pazarlığına bir İslamcı yayın üssü olarak zemin hazırlayacaksınız… “Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera geleneği”nden gelmek bu cürmü işlemeye izin veriyorsa bu, tepeden tırnağa bir ilkesizlik ve gelenekten sapmadır. Hem sonra bu edebiyat ve düşünce geleneğine mensup olmak, bu cürmün sorgulanamaz olduğunu mu gösteriyor? Bu durumda bu gelenek de işlenen bu suça “bir kalkan” görevi görüyor. Hece’den daha mantıklı bir açıklama beklerdik ama içinde bulundukları “kültürel kibir”, bu mantıklı açıklamayı yapmayı gerekli görmüyor(?!)

Ancak gel gör ki bu iki yıllık süreçte, Hece tarafından “yetiştirildiği söylenen pek çok yazar”, hiçbir eleştirel duruş sergilemeden bir şey olmamış gibi Hece’de görünmeye devam etti. Bu satırların sahibi bu durumu ve bu hali ilkesizlik ve duruşsuzluk olarak adlandırıyor.

Muammer Yavaş da bakın bu hali nasıl adlandırıyor:

“Hece tarafından yetiştirildiği söylenen pek çok yazar mühim. Kimler ise artık o yazarlar Hece ne yaparsa doğrudur demeleri gerektiğini kendilerine öğretilmiştir! Doğrusu biz tanımıyoruz onları. Fakat şunu biliyoruz, bu konu ekseninde Hece’ye yapılan eleştiriler o pek çok yazardan gelmedi. Onlar yetiştirildiği yerde beklemekteler. Şu hâlde Hece dergisinin Türkiye’nin fikir ve edebiyat dünyasına yaptığı katkılar, ifade edildiği gibi tartışılmaz değildir.”

Hasılı kelâm, şair Muammer Yavaş’ın, dolayısıyla Kertenkele’nin sorduğu, ısrarla sorduğu sorunun cevabı alınamamıştır:

“Türkiye’nin hikâyesine Hece bu katkıyı niçin yaptı!”

Hem üstelik “yazarın şahsi fikirleri” diyerek geleneği bu cürme malzeme kılmak, neyin kafasıdır?

Netice-i kelâm, vahim olan şu ki, bu cürme genel olarak yazarlar nezdinde güçlü bir tepkinin verilmemiş olmasıdır; bu ise millet olarak İslami değerler ve İslami edebiyat konularında ciddi bir biçimde yara aldığımızın seçik bir göstergesi olarak orada öylece duruyor.

Yaşadığımız “edebi çölleşme”nin ve değer yozlaşmasının bir sebebini de (gettolaşmanın ve çeteleşmenin yanında) bir de burada, bu tepkisizlik ve duyarsızlıkta aramak gerektiğini düşünüyorum…

Hece, vatanımızın ve milletimizin hassasiyetlerini göz önünde bulundurmadan bir yanlışa imza attı; kendine yazık etti, bizi hayal kırıklığına uğrattı, yanlışa ve değer yitimine doğru yürüdü… Hece’deki ve genel olarak edebiyat ortamındaki etik çürümüşlüğün ve sanatçı yozlaşmasının boyutlarını ve uçurum farkını bir de bu açıdan çıkarsayabilirsiniz. Bir de buna “Türkiye’de düşünce özgürlüğünün durumu ortada,” deyip siyasi iktidara diş bilemek de Hece’deki dönüşümün ve genel olarak edebiyat ortamındaki etik duruşsuzluğun bir başka göstergesidir. “Ülkemizin tarihsel değerlerinin ve birikiminin sahibi ve savunucusu” olduğunu iddia eden Hece’nin milletimizin milli ve manevi değerleri üzerinde kirli elleri olan sözde siyasi temsilciyi ve kitabını “yazar” diye pazarlaması ve bunun için de zemin hazırlaması, ahlaki çürümenin hangi boyutlarda olduğunu apaçık gösteriyor. “Terörün ve terör destekçilerinin karşısında olmak”la bir sözüyle milleti sokağa döken sözde siyasi temsilciyi “başarılı bir öykücü” olarak yansıtmak, olsa olsa tutarsızlık ve ilkesizlikte tavan yapmaktır ve bir çeşit düşük seviyeden bir aymazlıktır.

Velhasıl kelâm, bu hamur çok su götürür… SD’nin yeni bir romanının piyasaya çıktığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu pazarlığın “kirli bir pazarlık” olduğunun emarelerini de yakında göreceğiz demektir.

Madde: 3

“Palto Söylemi” 

Şair Muammer Yavaş, edebiyat ortamındaki ve söyleşilerdeki ikide bir ifade edilen “şunun paltosundan çıktım, bunun paltosundan çıktım,” söylemlerinde öykücülerin samimi ve ciddi olmadığını ifade ediyor. Bu satırların sahibine göre, bu söylemlerde bir çeşit “kibir heyulası” dolaşıyor. Elitist bir kasılma da diyebiliriz buna. Bu söylemleri dile getiren öykücülerin, Gerçekçi Şiirin kalesi konumundaki Âkif’in paltosundan hiç bahsetmeyişleri, olsa olsa “titr” kaygısı ve imaj gösterisi izlenimi taşıyor. Öykülerini alabildiğine yapay bir metin ve oyun kurma endişesiyle kaleme alan yenilik özentili bu öykücüler, haliyle yoksul bir şair olan Âkif’in paltosunu bahse değer görmeyeceklerdir. Oysa samimiyet ve sahicilik nokta-i nazarından Âkif’in paltosu, bir İstiklâl Marşı kadar muteberdir. Bu minvalde şair Muammer Yavaş’ın, dikkati Âkif’in paltosuna çekmesi önemli ve gereklidir. Türk Hikâyeciliğindeki “modern öykü” tasallutu, maalesef bu tip içtenliksiz söylemlerin prim yapmasına imkân sağlıyor, bir çeşit “hava atma” biçimi, yapay bir trip, yüzeysel bir artistlik…

Kibir abidesi küçük şahsiyetleriyle bir nevi “yarı-tanrı” gibi davranan “modern öykü putperestleri”ne Muammer Yavaş’ın “içsöz”leriyle cevap vermek, en yerinde bir tavır olacaktır:

“Paltodan çıkmak isteyenler veya birilerini paltodan çıkarmaya meraklı olanlar, şapkandan tavşan çıkarmayı öğrenseler daha makul davranmış olurlar.”

En nihayetinde Muammer Yavaş’ın kaleme aldığı “içsöz”lerin gündeme getirdiği konular, mesele taşıyıcı gücüyle ilerleyen günlerde çokça konuşulacak ve tartışılacaktır. 36. “içsöz”lerin bu anlamda son cümlesi oldukça manidardır ve üzerinde durmayı gerektirir:

“Şiir öldü mü? Hikâye yaşıyor mu?”

Bize göre, öykünün yönetimde olduğu dergilerden edebiyatta devinim/hareket bakımından çok büyük bir beklenti içine girmemek gerekir. Edebiyatta ve şiirde atılım, daima şairlerin yönetimde olduğu dergilerden başlamıştır bugüne dek. Öykü dünyamız, neticede bir hayal denizi içinde kulaç atmaktadır. Gerçeklik bilincinden yoksundur. Öykücü/yöneticiler, gerçekçi hikâyeye alan açmadığı ve bu minvalde bir anlayış değişimi/dönüşümü yaşanmadığı müddetçe öykü ortamının gür/gürbüz bir hal almasını beklemeyelim.

Türk edebiyatında başından beri değiştirici/dönüştürücü hareket, daima gerçekçilerden gelmiştir.

Hasıl kelâm, 20 sayfaya yakın “içsöz”ler toplamıyla bu devinimli yazıların yorum zenginliği barındıran oldukça derin yapılı olduğunu söylemek mümkündür. Kertenkele, bugüne dek hiçbir edebiyat ve düşünce dergisinde tanık olmadığımız bu uzun oylumlu yazılarıyla Türk Edebiyatının altın sayfalarına kendi özgün mührünü şimdiden nakşetmiş durumdadır.

Ön değiniler:

“İçsöz”lerin dışında Kertenkele, Şair Muammer Yavaş, “Atlar” ve “Ya İlahi” şiirleriyle karşılıyor okuyucuyu. “Atlar” şiiri, Arap atının tarihsel süreç içindeki değiştirilip dönüştürülme hikâyesini imgeleştirip şiir diline aktarmasıyla dikkat çekiyor. “Atlar” şiirinin geneline kalın bir hüzün tabakası ve epik bir iklimin hâkim olduğunu görüyoruz. Bu şiir, bu haliyle bünyesinde atların yitip gidişine destansı bir ağıt havası taşıyor.

Yavaş’ın “Ya İlahi” şiiri de öğretici ve zengin yorumlara gebe bir şiir. Günümüz şairi genel olarak Allah ile bağlantısında “Tanrı’yı cisimleştirme” hastalığıyla malul. Bu şiir, bu sayrıl yaklaşımdan mesafelerce uzaktır ve sahih şiir hanesindendir. Muammer Yavaş’ın “Ya İlahi” şiirini bu anlamda bugünün genç şairine öneriyoruz. Ola ki Allah ile olan ontolojik bağlarını sahici kılarlar. Şiirden tadımlık bir bölüm:

“Kibir dolu filikalar taşıdı onları

Genç ya da ihtiyar zengin ya da fakir demeden

Düşman bellendiler bir gece

Kendilerini savunmaya fırsat vermeden

Yer altından ve gök yüzünden gelen haberlerle

Ya ilahi”

Ali Celep, “Tövbe Aşk” şiirinde Zarifoğlu şiirinin metafizik ikliminde dolaştırıyor okuyucuyu. “Tövbe Aşk”, Zarifoğlu’nun şiir dünyasından ilhamen kıvrak söyleyişi ve mısraı berceste tadında, akılda kalan mısralarıyla dikkati çeken bir diğer şiir. “Tövbe Aşk”ta, Zarifoğlu şiirinde olduğu üzere, zarif ve ince bir duyarlık, beşerî tecrübe üzerinden titiz, düzenli, özenli ve biçimli mısra kurma teknikleriyle etkiliyor okuyucuyu. Yavaş’ın ve Celep’in şiirlerinden de inanç atlası ve ruh halleriyle, Allah’ın hayatiyete ilişkin hükümlerine olan titizliğin sanat bağlamında güzel örnekleri yansıyor.

“vay ki dünyayı kullandım bir jestle şiir yazdım

bir jestle mülkiyetsiz yaşamayı öğrendim.”

Genel olarak (bu sayı özelinde) Kertenkele’de yayınlanan şiirlere Zarifoğlu’nun inanç ikliminden doğan şiirlerin serinleten gölgesi sinmiş durumda. Ama bu şiirlerin ayırt edici özelliklerini de ifade etmek durumundayız: Bu şiirler, Zarif şairi birebir taklit etmiyor. Bu şairler, kendi özge ve özgün mührünü şiirlerinin karakteristik özelliği haline getirerek yazıyorlar şiirlerini. Yani dünyaya, insana, doğaya ve hayata bakışta bir özgelikten bahsediyorum. Mesela bu minvalde Abdurrahman Ekinci ve Mustafa Karaosmanoğlu’nun şiirlerinde de inanç temelli işleyen bir zarif şiir zihninin dolaştığını söylemek mümkündür. Bunun yanında Fatma Esti de “Taç Utangaçlığı” şiiriyle “zarif bir şiir” sunuyor Kertenkele okuyucusuna. Mümin mütevekkil bir inanç şiiridir “Taç Utangaçlığı.” Yerli motifleriyle Karadeniz insanını bozulmamış tabiatının yansıdığı, şiirin evrensel boyutuyla da bu gelimli-gidimli hayatta güzel ve ince yaşayan hürmete layık insanların inanç dünyasından okuyucuya ses veren bir şiir Taç Utangaçlığı:

“Bazıları parmak uçlarıyla geçer hayattan

Gürültüsü kalabalığı olmaz

Bilmezler çığırtkanlık yapmayı

Öyle güzel öyle masum yaşarlar

Mevsim çiçeğe yürürken

Karayel vurur buz tutar Kiraz”

Kertenkele’nin bu sayısında, önceki sayılarında da olduğu üzere, Kırım, Bengladeş ve Sudan gibi dünya şiirinin çağdaş örneklerine yer verilmesi, derginin “dışa açık” yönünü vurguluyor ve bir anlamda da bu çeviriler, “dünyaya açılan pencere” özelliği taşıyor. Aynı cihette bu “tercüme dikkati”, derginin ufkunun genişliğini gösteriyor.

“Şehitler sonsuza dek varlar

Ancak yaşamları kısa olduğundan

Hayatı söndürüp vatanı sağlayıp

Ölümsüze gitmişler” (Mohamed Salim Mahdi)

Adnan Duran, “Anadolu’nun Yazısı” adlı hikayesiyle Anadolu topraklarından, taşranın içli ve dokunaklı atlaslarından hüzünlü anılar aktarıyor Kertenkele okuyucusuna. Bu anı-hikâye, kurmaca oyunlarından uzak oluşu, süssüz, yalın, doğal ve sahici hikâye algısıyla “Yerliliğin ve yerlilerin hikâyesi nasıl olmalı?” sorusuna güzel bir cevap teşkil ediyor.

Yakup Altıyaprak, “Kayıp Kuşak Entelektüeller” başlıklı yazısında devlet ve toplum tarafından ilgisizliğe mahkûm edilmiş aydın kişileri konu ediniyor. Altıyaprak’ın dikkatine ve yazdıklarının tümüne birden katılabilmekle birlikte, artık günümüzde (en düşük öğretmen maaşının 4500 TL olduğu bir zaman diliminde) “kayıp kuşak” kavramının geçerliliğinin kalmadığını ve hükmünü yitirdiğini söylemek durumundayız. Bugünün ekonomik koşulları göz önünde bulundurulduğu bu anlayış değişti artık. “Kayıp Kuşak” yerine “Zengin Kuşak” diyebiliriz ancak. Bugünün maaş imkanlarının iyi olduğu bir dönemde “Kayıp Kuşak var mı, kaldı mı ki?” sorularını sormamız gerekiyor. Eğer “Kayıp Kuşak” kavramından bahsedeceksek, devlet ve belediyeler tarafından desteklenmeyen, kendi imkanlarıyla otodidakt bir çalışma tarzıyla kendini yetiştirmeye çalışan, tek başına yaşayan, yalnızlığa itilmiş ve terk edilmiş bir vaziyette yaşama mücadelesi veren çok sınırlı bir azınlıktan bahsedebiliriz ancak. Elbette bunların karşısında da belediyelerden ve yönetimlerin türlü çeşitli imkanlarının semiren bir kesim yer alıyor bu durumda, bu topluluğa karşı konuşlanan… Devletin imkanlarını tepe tepe kullanan ve Anadolu’ya daima ve hep yedi tepeden bakan bir şairler topluluğundan bahsediyoruz. Bu şairlere iştirak edilmediği sürece hep dışlanan ve görmezden gelinen, sessizlikle karşılanan bir kuşaktır ancak Kayıp Kuşak. Konuyu, meseleyi böyle ele almak lazım, diye düşünüyorum. Yani “Kayıp Kuşak” kavramını kültürel iktidar, gettolaşma, çeteleşme ve edebi cemaatler bağlamında ele almak gerekir ki bu durum da daha mantıklı ve nesnel karşılığı olan bir tartışma konu olsun… Kendilerine iştirak edilmediği sürece yok sayılan bir kuşaktır Kayıp Kuşak.

Kertenkele, kalıcı bir mesele olarak Edebiyat Tarihine geçti

Buradan, Ahmet Mithatvari bir sonuç cümlesiyle bu sıradışı dergi tanıtım yazısını tamama erdirelim, bir sonuca bağlayalım:

Sevgili mümeyyiz vasıflara sahip değerli Kertenkele okuyucusu,

Senin de okuduğun ve tanık olduğun gibi, bu matbu yayın, her sayısıyla kültür, edebiyat ve medeniyet dünyamıza ciddi katkılarıyla “Türk Edebiyatı Dergiciliği”ne altından mührünü nakşetmiş durumdadır.

Bu emek mahsulü titiz yazıları gören gözlere de görmek istemeyenlere buradan duyuruyoruz.

“Milletin ve memleketin sıhhatine giden yol nasıl açılır?” sorusunun cevabıdır Kertenkele. “İçsöz”ler bu durumu fazlasıyla özetliyor.

Memleket meseleleri üzerinde düşünerek “yerli ve milli bir dergiciliğin nasıllığı” sorusuna bir güzel cevap oluşturuyor Kertenkele.

Tarih, (burada Türk Edebiyatı Tarihi) 1999-2020 yılları arasında 36 sayı çıkan bu göz nuru emeği kayıtlara geçiyor…

Şurası bir gerçek ki görmesini bilen gözler, kavrayış bakımından derin, beğeni bakımından incelmiş, dikkatli ve titiz araştırmacılar, incelemeciler, hakkaniyetli okurlar, eleştirmenler ve edebiyat öğretmenleri, kültür ve sanat adamları da bu zihinsel emeği, vefasını, cefasını, çilesini ve korkusuz cesaretini de taçlandıracaktır.

Hakkaniyetten yana olan edebiyatçı-yazarlar, 2000 sonrası Türkiye’den 2020 Türkiye’sine, bu topraklarda, bu edebiyat ve kültür ortamında, “edebiyat ve düşünce dergisi Kertenkele, 36 sayı bu dünyaya sakınımsız cesareti ve özgüveniyle söz söyledi” diyecektir.

İnancı ve değerleri üzerinde titizlikle duran bu samimi şairleri sabır, azim, kararlılık ve şecaatle hatırlayacağız.

Dünyanın ve edebiyat ortamının artık çivisinin çıktığı bu koronalı maskeli evrende, maskesiz, riyasız ve içtenlikli şairler de yaşadı ve şiir yayınladı diyeceğiz.

Görmesini bilen dikkatli bir göz, kendi sınırlı imkânları içinde “nitelikli eleştiri”, “nitelikli düşünce”, “nitelikli şiir”, “nitelikli hikâye” ve “nitelikli ve yiğit bir edebiyat ve düşünce dergisi”nin somut örneğini görecek ve hatırlayacaktır.

Not:

Kertenkele dergisini kısa zaman içinde tükenmeden ve aranan dergiler arasına girmeden internetten ve mail adresinden sipariş etmenizi öneririz.

Derginin internetten sipariş adresi:

www.dergiyurdu.com

Mail adresi:

[email protected]

Esenlikle kalın,

Evde kalın,

Kertenkele ile kalın…

{Bu yazılar, Poetik Haber, Eleştiri Haber ve Elestirel.net sitelerinde yazdığım dergi kritiklerinin bir araya getirilmiş halidir.}

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu