Dövüş Zamanı | Cesur Gültekin | Hikâye Atlası

DÖVÜŞ ZAMANI

Cesur Gültekin

Rahmetli babam derdi ki ”Gücün kardeşine mi yetiyor?” 😢

O günden sonra gerçek kahramanlığın tanımını öğrendim; Benden daha güçlü olanla dövüşmek, belki de yenileceğimi bilerek…

”Bu karanlık benim için fazla zifiri” dedi. Sanki elektrikleri kesilmişti dünyanın. Nefsin, şeytanın ve insanların tuzakla attıkları sinsi gollerin haddi hesabı yoktu.

Oysa, cennete gitmek için insanların nefsini, şeytanı yenmesi bile yetmiyordu. Özgürlüğün, mutluluğun ve yaşamla ilgili bütün kavramların tanımını bile keyfine göre değiştiren zalimleri yenmesi gerekiyordu…

ALLAH’ ın istemediği, sevmediği her tanım, aslında yıkılması gereken birer put gibiydi. Zamane kafirleri mutasyona uğramış corona virüsü gibiydi, dini de ellerinden düşürmüyorlar, bu kavram üzerinden, insanları sömürüyor, kandırıyorlardı…

Sabahın olması, karanlığı yok etmeye yetmiyordu.

Bir kez daha düşünmelisin dostum, yeni firavunların, zalimlerin önümüze dayattığı sahte yaşamların ve kavramlara olan sahte tanımların ardından nihayet ilahi azabın ayak sesleri geldi, kapımıza dayandı, çevremizde dolaşmaya başladı. En çok da ekmeği paylaşmayan insanların çoğalması kaçınılmaz sonu hızlandırıyor, hazırlıyordu…

Hiçbir korku filminin bu sahneyi çekemeyeceği belliydi. Şehrin dışına kaçmak asla çözüm değildi, kaçacak hiçbir yer yoktu. Sonunda anladı, çözüm insanın içinde gizliydi. Kalpler, birer mistik ibadet yerine, camiye, dergaha, bazen de savaş alanına dönüştüğünde, sorun çözülecekti, oysa, bu kolay değildi, bir çok kişinin kalbi şeytanların artık piknik alanıydı, adeta şeytanlar için voleybol oynama zemini oluşmuştu. Fazla zifiri olan bu karanlığı dağıtmak için daha çok takva sahibi olmalı ve birçok defa ”YA ALLAH” denmeliydi…

Her defasında insanın içinde eğlenip oynamakta olan şeytanlar ”Sen manyak mısın? Bu nefsini kral ilan ettiğimiz hükümdarlık öyle birdenbire yıkılır mı? Bazen dünya neden cennet olmasın ki?” diye haykırıyorlardı. Yine de ”YA ALLAH!” demeyi başardı, şeytanlardan birinin ölüm çığlığı, feryadı yükseldi, sanki bir uçurumdan aşağı düşmüş gibi feryatlar atarak sonsuz uçurumların boşluğunda yokoluverdi. Hayır, hayır, önce şımarık nefsini öldürmeliydi. Yoksa bir kısırdöngü oluşacaktı…

Demek ki, cennet, cehennem de aslında içimizdeymiş, cennete hiç kimse dışardan gelerek sana elma ağaçları dikmez dostum, bunun fidanları, yoksullara vereceğin ekmeklerdir, hiç kimseden cennetine şerbetler akan çeşmeler yapmasını bekleme, bu çeşmeleri yapacak olan şey, sadece yapacağın ibadetlerin, iyiliklerindir,

Cennette istersem kanatlanıp uçacakmışım, bu kanatlar bedavaya gelmeyecek dostum. Melek olmayı başarmadan, bunu haketmeden, asla kanatlarım olmayacak…

Cehennem ateşi de kendiliğinden oluşmayacak. Bu ateşi yakacak olan, içimizde biriken günahlarımız olacak, biliyorum, içinde affedilmez günahkarların boyunlarına sarılacak olan yılanlar, aslında işlenen kötülüklerin değişik biçimleri, şekilleri olacak…

”Ne düşünüyorsun kör adam?!” sesiyle irkildi birden, oysa, zirveye tırmanmak için sanki çok erkendi. Cennetlik olmak için kırk fırın ekmek daha yemeliydi, şeytanlar ile dövüşmesini iyice bilmeliydi, hatta aynı anda birkaç şeytanla, aynı anda dövüşmeyi öğrenmeliydi…Bu kolay değildi. Bütün savunma ve saldırı stratejilerini profesyonelce öğrenmeli, savaş meydanına bütün silahlarını kuşanmış olarak çıkmalıydı…

Artık, insanlar, dışarı çıkmadan önce tesbihim nerde, demek yerine maskem nerde? diyorlardı, zaman değişmişti. istediğiniz oldu ey insanlar! Lanet nihayet şehre indi. Artık, kimse kimsenin suratını görmek istemezdi. Komşusu açken tok yatan herkesin ders görme saatiydi. Öğretmen kimdi? Buna kim inanır ki? Gözle görünmeyecek kadar küçücük bir virüs…Her gün yeni karneler hazırlayan değişik, garip, sıradışı bir öğretmen, acaba uzaydan mı gelmişti?

Ağlamak için güzel bir gündü, yalnızca gözyaşları her dilden konuşabilir; her dilden, mürekkep bile olmadan yazı yazabilirdi…Evet, güneş tam tepede olduğu halde artık her şey karanlıktı…

İçimden sürekli bir ses yükseliyor. ”Cennetin çiçeklerini bile başkalarından bekleme dostum, çiçeklerine kadar cenneti yapacak olan yine sadece sensin; bazen malınla, bazen canınla…”

Şehrin dışına çıktım, nefsimin olmadığı bir yerlere gitmeliyim, önce, onu zincirlere vurmalıyım, cenneti değil, artık sadece Rabbimi istiyorum. Güneş başıma vuruyor, olsun be! Bu durumdan garip bir zevk alıyorum, çünkü, kolay mı? Cennete gidiyorum.

Bir ağaç gölgesi aradı, çok uzaklarda bir ağaç gölgesi vardı. Öğlen sıcağıydı, düşüp bayılacak gibiydi, son bir gayretle oraya varmalıydı, kendini ağacın gölgesine ulaştırmalıydı. O gölgede kılıçlar çekilecek, herkes son kozunu oynayacaktı. Vefanın, aşktan bile üstün olduğunu bir kez daha nefsine haykırma zamanıydı. Küçükken babasından kaçarken buralardan çok geçmişti, oysa, şimdi, yaşlanmıştı, adım atarken bile dizleri tutmuyordu, yine de oyun henüz bitmemişti, son hamlesini yapma zamanıydı. Dünyaya yenik düşmüş bir şövalye gibi ölmek istemiyordu. Bu kez kılıcını ölümüne çekecekti, insanın kendi nefsinden daha tehlikeli bir düşman olamazdı, önce ondan başlamalıydı, sırada iblisler, insan görünümlü şeytanlar ve dost görünümlü düşmanlar vardı, hesaplaşma ve dövüş zamanıydı. Öğlen sıcağında dudakları kurumuştu, Bu dövüş çok farklıydı, evet, bu kez kazanmalıydı, hayatı boyunca her zaman yenilmiş, kovulmuş, sürekli ağlamak için tenha bir yerler aramıştı. Hiçbir zaman şimdiki gibi ruhen güçlü ve tecrübeli değildi. Vefanın acıklı şarkısı olan sessizliği dinlerken şeytanlara sıra geldiğinde bu kez çok daha güzel dövüşecekti. Kim bilir, belki de bu kez onları yenecek, onları alt edecekti. Bu ağacın gölgesi, uzaklardan görünen esrarengiz bir şatodan bile daha esrarengizdi. İntikam saati gelmişti.

”Nereye gidiyorsun kör adam?” sesiyle yine irkildi, kulak asmadı, bu kez seslenen, nefsine artık çok pahalı gelen şımarık dünyanın çirkin sesiydi. Artık kör adamın gözleri açılmıştı, nereye gittiğini aslında biliyordu. Güzel resimler çizmeye önce kendi kalbinden başlamalıydı. Bu resimlerin güzelliğine inandığında, bu resimler çoğalacak, çoğalacaktı, sonra tüm dünyaya yayılacaktı, acılar belki de yok olmaya başlayacaktı. Önce şeytanları bu uçsuz bucaksız arazilerden kovmalıydı, bunun için her şeyden önce nefsini öldürmeliydi, oysa, bu kolay değildi, sanki, intihar gibiydi, kimse tacını geri vermek istemezdi. Sona yakışır korkunç bir dövüş olmalıydı. Yürümeye devam etti, ruhunu arındıracak sessiz, tenha ağaç gölgesi savaş alanı gibi bir ölüm sessizliğine bürünmüş, onu bekliyordu. Gölgeye vardı, sayısız kılıç darbesi yemeye çoktan hazırdı, bu dövüşte iyi olan kazanmalıydı. ”Toprak mezara girmeye hazır mısın, ey nefsim dedi, birden iblis, nefsini rehin aldı, elinde bıçak yerine geçen güzel bir kadın resmi vardı. Hemen atağa geçmeliydi, takva kılıcını çekip gelişigüzel savurmaya başladı. Şeytan, göğsünden kötü bir yara almıştı, beklemediği bu hamle karşısında şok geçirmişti. Diğer şeytanlar da birden ortaya çıktı, kimisinin elinde silah olarak para, kimisinin elinde makam, kimisinin elinde bencillik vardı…”Ne tuhaf, şeytanlar bile yardımlaşırken, benimkiler nerede, neden yalnızım?!” dedi…

Ağaç gölgesinde dövüş, beklendiğinden daha şiddetli, daha dehşet vericiydi, diğer şeytanların gözü dönmüş gibi saldırıyorlardı, ancak, onlara hiç göz açtırmıyordu. ”Ya şimdi, ya da hiç bir zaman, ne olacaksa olsun” dedi. Dövüştükçe, kılıcı ALLAH tarafından uzuyor, keskinleşiyordu. Bu ağaç gölgesinden yükselen çığlıkların haddi hesabı yoktu. İğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıktı. Sanki mahşer yeriydi!

”Sonuma yakışır bir ölüm istiyorum!” dedi.

Belki de bu dünya kahraman olmak isteyenler için eşşiz ve dramatik bir tiyatro sahnesiydi. Kahramanlar asla yataklarında ölmek istemezlerdi. Mücadele etmeyen, dövüşmeyen bir kahraman ne işe yarardı?

Sonunda gölge anladı beni, karanlığın en zifiri noktasında ışığı bulduğumu görünce şaşırmıştı. Ben de geçmiş zaman kahramanları gibi bir alkış istiyordum. Melekler beni alkışlamadan ölmeye hiç niyetim yoktu. Bu yüzden bütün silahlarını kuşanmış, onları ustalıkla kullanmakta olan bir savaştıydım. Artık, yavaş yavaş anlıyordum, insanların çabayla meleklerden bile üstün olacaklarını. ÇÜNKÜ, GÖRMESİNİ BİLENE DÜNYANIN KENDİSİ ASLINDA DÖVÜŞE DAVET EDEN BİR SAVAŞ MEYDANIYDI. Savaşmayan kimse bunu ASLA bilemez ki dostum…

Vücudumda iyileşmeyen yaralar olmalı, Rabbime giden bu zorlu yolda şerefli bir savaşçıyım artık…Korkmuyorum artık düşmanlardan, sürekli oyuna girmeye hazır bir savaşçıyım, kaybetmek bile zaferdir bana, Rabbime giden bu yolda…

Ağaç gölgeleri çoğalmalı, güneş artık karanlıktan çıkmalıydı, şeytanların çığlığı olmadan mutluluğun bir anlamı var mıydı? Kılıçlar kınından çıkmak içindi. Kazanmak için değil, Rabbim için elimden geleni yapmak için yola çıktım. Biliyordum ki, Rabbim, kendi yolunda yenilgiye uğrayanları daha çok seviyordu. Savaş her yerde olabilir dostum, bu, ensene takılan bir chip olan sömürü düzenine, kendi içindeki tanımları değiştirilmiş olan sahte kavramlarla, nefsinle, ve şeytanlarla olan bir savaş olsa bile…

Ağaç gölgeleri yeni savaşlar için beni bekliyordu. Bu kez savaşı kazanmıştım, ancak çok iyi biliyordum, bir gün dünya denen savaş yerinde kaybedip yenildiğimde, ALLAH için bir şeyler yaparken yenik düştüğümde, daha çok kahraman olacaktım, iyi biliyordum ki, melekler bile beni alkışlayacaktı…ALKIŞ SESLERİ ŞİMDİDEN TÜM BENLİĞİMİ KAPLIYOR DOSTUM. BENİ SEVMEYEN ŞEYTANLARIN CANI CEHENNEME!

Cennete giden yolların çiçekli olduğunu kim söyledi?! Yılanlar, akrepler, çiyanlar ile dövüşmenin binbir yolu vardı. Cennet bahçeleri ölen yılanlardan akreplerden besleniyordu. Allah yolunda giderken düşmanın ne denli güçlü olduğu hesaplanmaz ki dostum, çünkü ALLAH ın kazanmaya ihtiyacı yoktur. AŞK tır önemli olan, AŞK! Sevgili için nelerin yapıldığı önemlidir…Sevgilim, onun için neler yaptığımı görüyorsa, bu bilgi bana mutluluk olarak yeter de artar bile, gerçek savaşçıyım ben, cennet olmasa da olur…Benim cennetim, ALLAH ın ismini yüceltmektir.

Derler ki, bakırı çekiç darbeleriyle altına dönüştüren şey, aslında simyacının temiz kalbiymiş. Kılıcım da böyle olmalıydı. Rahmetli babam derdi ki “Düşmanın gücünü hesapladığın anda önce korkuya yenilirsin, cesaret, sonuçların hesabıyla ilgilenmez” Zaman değişti dostum. Cesaretin tanımı değişti. Ticari atılganlık gerçek bir cesaret tanımı olarak yeniden güncellendi.

Rahmetli babam derdi ki, ”Gücün kardeşine mi yetiyor?” 😢

O günden sonra gerçek kahramanlığın tanımını öğrendim. Benden daha güçlü olanla dövüşmek, belki de yenileceğimi bilerek.

Rahmetli ninem derdi ki, ”Sen, kıymetli olmayı başardığında, mıknatıs gibi olacaksın, kıymetli olan ne varsa, onlar seni bulmaya çalışacaktır”

Ben yaralıyım dostum. Bana öğüt veren öğretmenlerimin çoğu öldü. Bu ağaç gölgesinde kazandığım zafer bile gözyaşlarımı dindirmeye yetmiyor. Kılıcım elimden düşüyor. Bana nasihat eden eski öğretmenlerimi istiyorum. Onlar yanımda olsunlar yeter ki, sırtıma oklar ve hançerler saplanmış olsa bile, belki böylesine gam yemezdim. Belki, çektiğim acılar bu denli katmerli olmazdı.

Rahmetli kaynanam derdi ki, ”ALLAH size bol rızık versin oğlum, siz de başkalarına verin!”

Hocam, yaşlı bilge derdi ki, ”Dostluk, buz pateni gibidir dostum, en küçük bir hata, dansın tümünü berbat eder, onun için dostluğu ciddiye almıyorsan, ya ortaya çıkma, ya da bu dansın hakkını ver”

Anılar, bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Ağaç gölgesi birden kayık oluyor geçmişe doğru ve gözyaşlarım kayığıma sanki nehir oluyor. Demek ki her zaferde bir yenilgi ve her yenilgide bir zafer varmış. Bu kayığım nereye gidiyor dostum? Çoktan ölmüş bir savaşçıyım ben, onun için dövüşürken hayatta kalmak gibi bir endişem olamaz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu