Çiğdem Çandar’ın İki Hikâyesine Değindik… | Mustafa Nurullah Celep

DEĞİNCE DOKUNUNCA

MUSTAFA NURULLAH CELEP

Çiğdem Çandar’ın sitemizde yayınladığımız bu iki hikâyesi, önceki iki metniyle birlikte toplam dört hikâyeden oluşuyor. (*)

Yani Çandar, bugüne kadar toplam 4 hikâyesi ile ve www.elestirel.net farkıyla yazarlık yolculuğuna başlamış bulunuyor.

Sitemiz www.elestirel.net ‘in bir farkı da yeni yazmaya başlayan yazarın yazılarının yayınlandığı bir yayın-üssü, bir yazınsal platform olmasıdır.

Bu anlamda sitemiz, bir “e-dergi” işlevini de yerine getirmiş oluyor.

Birçok kalıplaşmış derginin, kadrolu yazarlara sıkça yer verdiği günümüz edebiyat ortamında, yeni yazarlara yeni bir alan açmak işlevi www.elestirel.net gibi sınırlı sayıda internet dergileri kanalıyla gerçekleşmektedir.

Umulur ki bu tutum, merkezi dergilere güzide bir örneklik teşkil eder.

Yazarımız Çiğdem Çandar’ın bize gönderdiği iki hikâyesine gelince,

“Huzur Köyü” ile “Merhaba Arkadaşlar” hikâyesi birbirine taban tabana zıt bir anlayışla kurgulanmış.

“Huzur Köyü” nasıl ki saf, deyim yerindeyse yalıtılmış bir ortamda, şehrin karmaşasından ve kalabalık olanın gürültüsünden uzak bir yazarlık anlayışıyla kaleme alınmışsa, “Merhaba Arkadaşlar” hikâyesi de, çağımızın ve ailelerimizin bir sorununu (ihmal edilen çocuklar), yine çağın içinden bir konuyla (sosyal medya), kıssadan hisse çıkaran bir anlayışta metinleştirilmişti.

Konu olarak biri zamanın ruhundan uzak, soft, ayrıntıya odaklı; diğeri ise zamanın içinden ve sorun odaklıdır.

Anlatım olarak Çandar’da bir hikâyeci kaleminin, bir anlatı/m yeteneğinin olduğunu daha önceden yazmıştık. Bu iki hikâyede de Çandar’ın anlatıya şekil verme noktasında, dil ve üslupta akıcı/akışkan cümlelerle konuyu biçimlendirdiğini söyleyebiliriz.

Bundan sonra yazacağı hikâyeler için bir öneride bulunacak olursak,

Anlatı/m/da yeni ifade imkânlarının ve yeni anlatım tekniklerinin kullanılması noktasında 1950 Kuşağı yenilikçi öykücülerini okumasını salık verebiliriz.

Çandar’ın bu dört hikâyesi, klasik bir forma sahip metinlerdir.

Çandar’ın bu hikâyelerinde, “özgünlük” kaygısı gütmeden ve anlatıya yeni söyleyiş imkânları aramadan alışıldık ve bildik “hikâye etme” yöntemiyle metinlerini şekillendirdiğini görüyoruz.

Çandar, özgün anlatımlara, yeni deneysel arayışlara da yer vermeli ki çağımızın sorunları okuyucu katında hak ettiği karşılığı bulsun ve yazarın benzerleri arasında farklılığı belirginleşsin.

Bu dört hikâye arasında en çok hangi hikâyeyi beğendiğim sorulacak olursa, “Merhaba Arkadaşlar” hikâyesini; bir soruna değindiği, bir meseleyi dile ve ifadeye kavuşturduğu için daha çok beğendiğimi söylemek mümkündür.

Şurası bir gerçek ki, Çandar’ın bize gönderdiği tek şiirin yanında, yazarın asıl “hikâye sanatı”nda daha başarılı ve daha bir yazınsal yeteneğinin olduğunu söylemekle umalım ki yazarın görüş açısının genişlemesine ve yeni olana yönelik önyargılarının kırılmasına vesile teşkil etmiş olalım.

“Merhaba Arkadaşlar”, hayatın ve zamanın içinden bir hikâyedir ve yazar bu yoldan giderse “Günümüz Türk Hikâyesi”ne kendine özgü katkılar sunabilir.

Bu ise hayatın her çeşit sıkıntısına rağmen dinmek bilmeyen bir yazı heyecanı ile birlikte, türlü özveri, kararlılık, azim, sabır ve çalışkanlıkla yılmadan usanmadan inşa edilen bir “öykü evreni” kurmak demektir.

Yolu açık ve aydınlık olsun.

(*) https://www.elestirel.net/index.php/2022/01/16/cigdem-candardan-iki-hikaye-hikaye-atlasi/

ÇİĞDEM ÇANDAR’DAN İKİ HİKÂYE

Huzur Köyü

Mevsimlerden ilkbahar, aylardan Mayıs, günlerden Cuma, devir ise ahenkti Mutluluk Sokağı’nda… Her şey tam da olması gerektiği düzende akıp gidiyordu. Rüzgâr ılık ılık okşadıkça başlarını sevgi ve huşuyla boyunlarını büküyordu çimenler ve çiçekler, boynuna bir buse kondurulmuş sevgili misali eğmekteydi başlarını naif bir utançla… Ağaçlar eğlendirmeye durmuştu yapraklarını, sallıyorlardı bir ileri bir geri yapraklar da neşeyle, hışırtı kahkahası yayıyorlardı gökyüzüne… Kuşlar en güzel sesleriyle can vermekteydi bestelerine… Ve arılar, karıncalar, böcekler en tatlı rızıklarına kavuşmuş olmanın huzurunu yaşıyorlardı. Ağacın dibindeki gölgeye sığınmış olan yaşlı kaplumbağa, şükranlarını sunuyordu ağaca ve çimenlere… Üzerine konmuş bir at sineğini kovalamaya kıyamıyordu yayladaki beyaz at… Ve güneş bu kâinat şarkısından aldığı ışık ve ısıyı serpiyordu oynaşarak…

Sokağın köşesindeki saat tamircisi Steve ise her zamanki gibi saat düzenekleriyle uğraşmaktaydı. Ve her şey yerli yerindeydi… Saatler ritim içerisindeydiler ve okulun bahçesine oynamaya çıkmış olan Jack, oynadığı oyuna dalmıştı. Kâh top oynuyor, kâh koşturuyor, kâh çiçek topluyordu.

Helen ise evinin bahçesinde bir şeker yerken yakalamıştı kâinatın ritmini. Yeni aldıkları kırmızı elbisesini giymiş, saçlarını kordela ile bağlamıştı. Ayaklarındaki kırmızı pabuçlar, onu kıpkırmızı bir hale büründürmüş olsa da umurunda değildi. Çok seviyordu kırmızıyı. Üstelik elindeki şekerin içine, umursamazlık katmış olmalıydı şeker fabrikası çalışanları…

İşte tam da böyle bir gün yaşanmaktaydı Mutluluk Sokağı’nda.

Ama her şey gibi yine bir anda oldu olanlar. Helen’in ağlamalarıyla irkildi annesi ve yapmakta olduğu kurabiyeleri öylece tezgâha bırakıp koşarak bahçeye çıktı. Helen’in elindeki şeker düşmüştü.

Jack ise acı içinde kıvranıyordu. Öylesine bir çığlık attı ki etrafında ne varsa titremiş olabilirdi. Yere oturmuş, acımakta olan bacağını tutarak bağırıyordu. Sesleri duyanlar okula doğru koşmaya başladılar.

Steve ise hayretler içerisinde başını ellerinin arasına almış, en sevdiği en kıymetli devasa saatinin durmuş olmasına hayıflanıyordu, onu böyle gören eşi de ne yapacağını şaşırmıştı.

Her şey berbat bir hal alıvermişti. Mutluluk Sokağı’na kâbus yağmurları yağmış gibiydi. Sonra Mutluluk Sokağı’nın Algı Tepesi’ndeki Tom Amca gülümsedi. Çünkü görüyordu.

Helen’in düşen şekerinin başına günlerdir aç olan karıncaların nasıl da üşüştüklerini. Karınları doyan minik karıncaların gözlerindeki gülümsemeyi.

Ve okulun bahçesindeki Jack’in yanı başında artık çok yaşlanmış, güçten düşmüş ve vücudundaki ağrılara tahammülü kalmamış arıyı izlemekteydi. Jack’i soktuktan sonra orda kalan iğnesiyle boşalmış, içine yavaş yavaş huzur dolmaktaydı. Steve’in çatısına baktı ardından, iç ferahlatan gülümsemesiyle. Çatıda açılmış ağızlarıyla annelerini bekleyen küçük kumruları ve onlara ağız dolusu yemek getiren tatlı annelerini… Oysa ki eğer o büyük yılan saatin düzeneğine sıkışmasaydı, anneleri yavruları yerine koskocaman bir boşluk bulacaktı.

Helen’in annesi ona daha büyük bir şeker verdiğinde kesildi ağlaması. Jack’in acısı dinmişti ısırığın üzerine sürülen ilaçla. Steve ise düzenekte sıkışmış olan yılanı oradan çıkarırken söyleniyordu tatlı tatlı.

Ve hâlâ kâinatın şarkısıydı çalan. En kötü anlarda bile olması gerektiği gibiydi her şey. Tam da akması gerektiği gibi akıyordu nehirler ve zaman…

 *

Merhaba Arkadaşlar

Leyla o sabah derin uykusunda çok sevdiği ve bazen de nefret ettiği seslerle uyandı yine. Annesi Hatice Hanım, dışarıdaki sabah ayazından üşümüş ellerini ısıtmakla meşgul iken, televizyondaki sabah kuşağı dizisinin yüksek sesinin pek de farkında değildi. Birbirinden tamamen farklı desenlerdeki şalvarı ve gömleği böylesine uyumsuzken, annesinin üzerinde müthiş bir ahenk oluşturmaktaydı. Ve kulaklarının arkasından geçirip sıkıca ‘hanımbaşı’ yaptığı çemberi, güzel ve derin yüz hatlarını ön plana çıkarmaktaydı.

Leyla salondaki divanda sert yastığı ve ağır yün yorganının eşliğinde bugünkü planını yapmaya başlamıştı hayalperest zihninde. Saate bakılırsa yan komşunun kızı Hatice çoktan uyanmış olmalıydı. Ve belki de bekliyordu onu mahalleden birisi çağırsın diye. Onu çağırırdı ilk önce, sonra ise Salih’i nam-ı diğer “Salgın Salih”i çağırırlardı beraber. Zaten onları sokakta gören diğerleri hemen damlarlardı sokağa.

Tam bunları düşünüyorken kapı tıkladı bir ses eşliğinde:

 -Huuuuu! Evde min?

Ve cevabın pek de önemli olmadığı gayet alışılmış olan bu samimi sualin ardından, kapının dışarıdan açılabilen kulpu sertçe açılmıştı. İçeriye dalıvermişti Şerife Teyze. Yüksek sesi de küçücük odayı kaplamıştı:

-Napıyon guzum, hâlâ uyumuyon? Hadi galk, bu saate kadaa uyunmaz, diye seslendi Leyla’ya. Soru ekini biraz farklı kullanırdı Şerife Teyze. Hoş onun köyünün kullanış şekliyle kıyaslandığında gayet normaldi bu kullanım şekli. Mesela sokakta oturana ‘oturumuyon?’ yolda gidene ‘gidimiyon?’ derdi Şerife Teyze. Ve bu onun insanda içine sokuluverme hissi uyandırmasına sebep oluyordu.

Leyla hemen zıpladı yatağından. Dağınık saçlarını geriden ve ensesinde basit bir şekilde topladı. Kestane rengi saçlarını saran toka değildi, yanlış anlaşılmasın. En kaliteli toka, annelerin diz altı çoraplarının lastik kısımlarından yapılırdı. Bu bir ayrıcalıktı mahallede. Hem sağlamlık hem de tasarrufun küçük bir numunesiydi bu tokalar. Koşarak gidip elini yüzünü yıkadı ve camın önüne oturup dışarıyı seyretmeye koyuldu. Yatağını ve yorganını muntazam bir şekilde katlayan annesinin onları yüklüğe yığışını izledi. Ve hazırlanan yer sofrasının tıkırtıları dolduruverdi odayı.

Sabah ayazı yerini güneşin taşları ve yürekleri ısıtışına bırakmışken, Leyla renkli çoraplarını da ayağına geçirip ayaklarının biraz komik bir şekilde öne doğru çıktığı naylon terliklerini geçirdi ayağına. Ve koşarak çağıracaktı ki Hatice’yi, Hatice çoktan çıkmış bekliyordu. Sanki önceden anlaşmışçasına “Salgın Salih”lerin bahçesine daldılar. İçeriden bağırış sesleri geliyordu yine. Kim bilir neden kızdırmıştı Salih, Aysel Teyze’yi.

-Adı batasıca çocuk! Sabahın köründe başladın yine! diye söyleniyordu kadıncağız.

Salih koşarak dışarı çıkmış ayakkabılarını giymeye çalışırken, bir terlik de fırlayıp ıskalamıştı onu. Hep birlikte kaçmaya başladılar kıkırdayarak. Birlikte yapacak bir şey bulmaları için sözleşmelerine ya da konuşmalarına gerek yoktu aslında. Yine böyle olmuştu. Sokağın ortasından sürekli akan bir su olurdu. Bu su bazen doğal yollarla bazense kadınların temizliklerinden kaynaklanan sularla oluşurdu. En güzeli halı yıkama günlerinde olurdu. Köpüklü su ile doyasıya eğlenirlerdi. Halı yıkayanların hortumla fıskiye yapmaları için onlara sataşır dururlardı. İşte bu suyun başına geçip kiremit ezerek renkli çamurlar yapmaya başladılar. Sert taşı vurdukça eziyor; ezdikçe oluşan incecik tozun yumuşayışını hissediyorlardı ruhlarında. Biraz su biraz toprak ve biraz da kiremit tozu… İşte karşınızda “Çıkmaz Çömlekçilik” ve onun eşsiz çömlekleri!… Ortaya çıkan sanat eserleri kurumak için bekletilirken, tüm çocuklar paylarına düşen azarı işitmek için evlerine bir girip çıkmak üzere dağılıverdi. Bu çok kısa süre zarfında çocuklar hem ellerindeki çamuru yıkar hem de işledikleri masum suçun bedelini öderlerdi.

“Çıkmaz Sokak” öğle saatlerine doğru tüm canlılığını kazanmıştı işte. Mahallenin kadınları elişlerini alıp kendilerine özel ve her gittikleri komşuda onlara eşlik eden oturaklarına yerleşmiş; mahallenin bakkalı kapılarını açıp içeriyi havalandırmış, temizlik günü olan teyzeler radyoyu son ses açıp camları gazete kağıtlarıyla silmeye başlamıştı.

Ve çocuklar yine bir hinlik peşindeydiler. Mahallenin geniş alanı onları tatmin etmezdi hinliklerinden. Sakine Teyze’nin bahçesinin yanındaki geniş ve boş tarlaya dadanırlardı. Orta yükseklikte bir duvarı tırmanarak varılan bu tarlanın bir de adı vardı üstelik: “Tarlasaha.” O endişe ve kaygı, oynadıkları ‘Alman Kalesi’ni daha da eğlenceli bir hale getiriyordu. Bazen ‘tek kale maç’ bazen de ‘yakartop’ oynuyorlardı Tarlasaha’da.

Tam oyuna dalmışlardı ki isabetli atışlarıyla ünlü Sakine Teyze ilk atışını yapıverdi. Ona eşlik eden eşi Turgut Amca da “Sizin topunuzu keserim.” repliği eşliğinde yaşlı bedeninin izin verdiği kadarıyla çocukların peşlerine düşmüştü. Tüm çocuklar gülüşerek duvarı tırmanmaya başlamışlardı. Gayet de kalabalık olduklarından bu öyle sanıldığı gibi kolay bir iş değildi. Leyla’nın aklına “Sıska İsmail” düştü. En zayıf halka o idi ve de çelimsiz. Nitekim de korktuğu başına geldi. Duvar tırmanışında sona kalan İsmail, Turgut Amca’nın acımasız bastonuyla duvar arasında kalıvermişti. Yediği darbenin ardından salınıveren İsmail’in gelişiyle tüm çocuklar, nefes nefese kalmış hâlleriyle kahkahalara boğulmuştu.

Artık karınları acıktığından bir mahalle pikniği yapılmalıydı. Piknik dediysek öyle bildiğiniz piknik değil. Herkes evinde ne varsa getirir ortaya koyardı ve birinin getirdiği eski kilimin üzerine oturulup afiyetle yenirdi her şey. Leyla da evine doğru yola çıkmıştı hızlı hızlı. Ve evin mutfağında bir şeyler ararken zil sesi duymaya başladı. Bu çok ısrarcı bir sesti. İşin garibi kapılarının zili de yoktu. Kapıya vurmaya da başlamıştı artık seslenen kişi:

-Leylaaa! Leylaaa!

Ah Leyla derin uykusundan uyandırılmıştı. Bir sitenin 8. katında gayet lüks odasındaki geniş ve saten çarşaflarla bezenmiş yatağında açtı gözlerini. Garip hissettiren bir rüya görmüştü. Gözlerine takmış olduğu göz bandını çıkarıp kapıya koştu.

-Geldim, geldim!

Kapıyı çalan annesiydi. Leyla uykulu ve tepkisiz bir şekilde annesine:

-Anneee, ne işin var burdaa! diyebilmişti modern çağın şımarık ve yayık etkisiyle bozulmuş Türkçesiyle. Kelimeleri yanlış kullanıyor olmasına şaşırmıyordu insan ama mimiklerini de alt üst etmişti bu etki. Kapalı ve açık “e” sesleri uyumsuzca yer değiştiriyordu kelimelerinde. Bu komik tarzı Hatice Hanım’da üzüntü uyandırıyordu maalesef.

-Hadi kızım, hazırlan! Seni bir yere götüreceğim, diyebildi.

Son zamanlarda Leyla depresif bir hâldeydi. Çağın hastalığına yakalandığını söylüyordu psikoloğu: “Tükenmişlik Sendromu”. Sahip olduğu onca şeye rağmen mutsuzdu Leyla. Ve dertleri çok derindi. Mesela özgürlüğüne karışıyorlardı Leyla’nın, onun bedeni ve onun kararıydı yaşadıkları, tabi o özgür olma hakkına sahip olduğundan sorumluluk denen şeyi ile tanışmak da onun inisiyatifindeydi. Sonra Leyla’nın sosyal medyadaki vitrin olma kaygısı vardı. Takipçileri bazen onu ‘unfollow’ ettiklerinden sürekli içerik üretmek zorundaydı. ‘Kırılan tırnaklar’dan tutun da ‘en ucuza en tarz nasıl olunur’a varan toplumsal yaralara merhem oluyordu ürettiği içerikler. Leyla’nın tatminsizliği de bu yersiz ve manasız tatminlerle gelişmekteydi zaten.

Hatice Hanım, kızı için kaygılandığından ona biraz ders vermek istiyordu. Kızının hazırlanmasını beklerken kendisine bir kahve yaptı. Mutfak masasının üzerinde bir kitaba ilişti gözü: “Sadece Şeyma”

Hatice Hanım kitaba biraz göz gezdirirken acı kahkahalara boğuldu.

-Anne, ben hazırım, nereye gidiyoruz? sesiyle bölündü kahkahası.

Ve Leyla’ya adresi gösterdi Hatice Hanım. Navigasyon’un yönergeleriyle başladı yolculukları. Hatice Hanım konuşmaya başladı müziğin sesini kısarak:

-Bak guzum, şimdi ben seni öyle bi yere götürcem ki orası hepimizin içindeki özlemi hatırlatacak bize. Şimdi sen çok mutsuzsun, ben çok üzgünüm guzucum, seni yanlış yetiştirdik, suç bubanla bende.

-Taaam anne! dedi Leyla gözlerini devirerek boş bakışlarla.

Ve hedefe vardıklarında indiler arabadan. Leyla boş boş bakmaya devam ediyordu, “Burası neresi anne?” dercesine.

-Kızım bak, burası bizim eski mahallemiz, “Çıkmaz Sokak”, hatırlıyor musun?

“Çıkmaz Sokak” da özünü ve özelliğini kaybetmiş olduğundan pek de kolay olamadı Leyla’nın hatırlaması. Zaten sistemin algıları yavaşlatma ve robotlaştırıp tek tipleştirme çabasının bariz ve başarılı bir ürünü olan Leyla’nın özü de “Çıkmaz Sokak”taki Leyla’ya yakın değildi. Hatice Hanım devam etti:

-Hep bu parasızlık belası ve hırs! Zengin olunca mutlu oluruz sandık ama işte para karşılığında neleri satmışız göremedik. Bak şurada bizim evimiz vardı, hatırlıyon mu? dedi yüksek bir binayı göstererek. Ve devam etti:

-Hani “Salgın Salih” vaadı; Şerife Teyzen vaadı; en yakın arkadaşın Hatice vaadı, “Sıska İsmail” vaadı… ne güzel oynaadınız!

Leyla birden gece gördüğü rüyayı hatırladı. Annesine de anlatmaya başladı. Hatice Hanım’ın gözleri doldu anlattıklarını dinleyince.

-Ah yavrum, bak Güzel Allah’ım da sana yol göstermiş. Bu hayat tarzıyla mutlu olamıyon. Ben duyuyom gençleee nelee yapıyola, uyuşturucu, sapkınlık, intihar, doymuyolaaa… Bunların anlamlaaanı bile bilmezdim ben sizin yaşınızda. Şimdiyse herkes bi yol tutturmuş gidiyo. Gidiyolaaa da nerey gidiyolaa, bilen yok. Biz satıp savmasaydık, sığsaydık şimdi koskocaman binalara sığamayan bedenlerimizle o küçük huzurlu hanelere, siz böyle olmazdınız! Bize güzel diye tanıtılan her şey bir yalanmış. Biz tüm güzelliği bu “Çıkmaz Sokak”a gömmüşüz be guzum!

Hatice Hanım, ağlayarak kızına ve bu sokaktaki anılarına sarılıyordu. Eskiden bir kapının kilitlenmesini bırakın, dışarıdan bile açılabilen kulpları olan kapılardan oluşan hanelerin huzur ve güvenini yansıtan sokak, şimdi şifrelerle girilen güvenli sitelerin huzursuzluk ve mutsuzluğunu ifade ediyordu. Huzur, güven ve mutluluğun yerinde yeller esmekteydi.

Ve birlikte arabaya binip eve doğru yola koyuldular. Hatice Hanım bir çay demlemek için mutfağa geçti. Anlattıklarının faydalı olabileceğinin verdiği mutlulukla doldurdu bardakları. Yüzünde gülümsemeyle çayı kızının yanı başına bırakıp onu izlemeye koyuldu.

Leyla ise önündeki bilgisayarı açmış kulaklıkları kulağına yerleştirmekteydi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ekrana baktı ve konuşmaya başladı:

-Hepinize merhaba arkadaşlar, kanalıma hoş geldiniz!

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu