Siz de üzüldünüz değil mi? | Semra Meral
SEMRA MERAL
SİZ DE ÜZÜLDÜNÜZ DEĞİL Mİ?..
Her aklıma gelişinde üzülsem, her hatırlayışımda hayıflansam da, özellikle her 27 Aralık, her 12 Martlarda ayrı bir hüzünlenir, ayrı bir yanar bağrım…Zira,”Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklâl” diye diye hakça haykıran, samimi bir Müslüman, müstesna bir insan olan Âkilimiz-Akifimiz’e, O Şairlerin Hası’na reva mıydı Hakk’a yürürken lâyık görülen?!..
Evet efendim biliyorum ki sizler de bizim gibi, Mithat Cemal Kuntay’ın;
[ “…çok sonra birkaç kişi göründü… biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım….”]
şeklinde anılarında çizmeye çalıştığı şu çok manidar tablo karşısında hayretler içinde kalıyor ve derin derin düşünüyor ve dalıyorsunuz uzaklara değil mi?..
-Her ne kadar imdadımıza yetişse de Şairler Sultanı’nın şu öğüt verici ‘Vasiyet’i:
“Son gün olmasın dostum,çelengim,top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…”
Ayrı bi sevdiğim, ayrı bi hayran olduğum ve ‘Muhteşem İkili’ dediğim
“Şairlerin Hası ile Şairlerin Sultanı” ile ilgili yazılarımız olmakla birlikte; şu yalan dünyaya vedaları ile ilgili de ayrıca yazacağız inş’Allah!..
………………………………………………………………………………………………………………..
GELELİM ÖMER SEYFETTİN’İMİZE…
Çok değil, daha bir kaç ay kadar önce de Ömer Seyfettin’imizin naaşının ‘kadavra’ olarak kullanıldığı haberinin Facebook’ta dolaştığını görünce de öyle göynümüştü özüm, öyle yanmıştı ki içim…
Üstüne üslük ‘kimse sahip çıkmayınca’ diye başlayan açıklama da o kadar içler acısı, o kadar vicdan sızlatıcıydı ki..Hele hele rahmetli yazarımızın naaşının fotoğrafının ortada dolaşması da ‘kabuk bağlamış yarayı kanatmaya hazır insafsızlar’ gibi bir de öyle tuz basıp yakıyordu ki!..
(Haberin tam metnine aşağıda yer vermiş olup; manidar fotoğrafı da yarıdan keserek, sadece mümtaz yazarımızın aziz hatırasına değil; Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş bütün canlara ‘saygımız olsun’ istemişizdir…)
Böyle bir yetersizlik, böyle bir basiretsizlikten mi beslenmişti ki O’nun kalemi?!.
Böyle bir vurdumduymazlık, böyle bir aymazlık mı sergilemişti ki O’nun kelâmı?!.
Yeni olmasa da, bu haberin sadece edebiyat dünyamızı değil; duyarlı her insanı üzeceğini tahmin etmemek zor olmadığı gibi, değil sadece Ömer Seyfettin severleri, yüreği sevgi dolu her bireyi;
değil sadece öykü tutkunlarını, vefaya tutkulu her vatandaşı üzdüğünü, üzeceğini bilmek için de bir kâhin olmaya gerek yok elbette ki!..
Böyle mi olmalıydı, böyle mi bitmeliydi ‘Ömer Seyfettin’ gibi iyilik ve güzelliklere âşık bir yazarımızın vedası?…
Böyle mi bitmeliydi Ömer Seyfettin gibi kalemini; ‘en iyi, en doğru ve en güzel’e erişmek için işletirken bu kulvarda çok muazzam bir saçayağı inşa eden bir üstadın öyküsü?!..
Böyle mi olmalıydı eserlerinde; eserlerimize, değerlerimize sahip çıkan bir Değer’e sahip çıkışımız?!.
Böyle mi bitmeliydi kalplerimizi; mazluma karşı yumuşak bir kadife gibi dokurken, zalime karşı sert birer deli yürek kılan bir Efsane’nin sonu?!..
Böyle mi olmalıydı; gün değil, ay değil, yıllarca etkisinden kurtulamadığımız, sadece Allah karşısında eğilen başlara olan hayranlığımızı ilmik ilmik işlerken; bükül/e/ me/(y)en bileklere olan hayranlığımızı nakış nakış nakşeden bir san’atkâra olan saygımız?!.
Böyle mi olmalıydı, her fırsat ve her şartta devletini yüce; milletini aziz bilen bir fazilet erbabına bağlılığımız?!.
Böyle mi olmalıydı kahramanları bizler için birer model, birer idol olan bir erdem sahibine olan sadakatimiz?!.
Bir yazarın örnek alınmasını istediği şahsiyet aslında bir parça da kendisi değil mi ki?..
Bir yazarın alkışlanmasını istediği bir tavır, bir bakıma kendi tavrı veya en azından olmasını istediği bir özlemi, gerçekleştirmek istediği bir tutkusu değil mi ki?..
Bir yazarın altını çizdiği duruş, olmasını istediği bakış bir bakıma kendisi değil mi ki?..
Pekii…
Bir Pembe incili Kaftan’ın, ‘Muhsin Çelebisi’ne;
Bir Forsa’nın, ‘Kaptan Kara Memiş’ine;
Bir Diyet’in, ‘Koca Ali’sine;
Bir Nâdân’ın, ‘Köse Vezir’ine;
Bir Ferman’ın, ‘Tosun Bey’ine…
Ve daha onca kişilik ve onca şahsiyet’e sahip çıkana; onları göklere çıkarana bu sahip çıkmayış, bu kimsesizlik revâ mı?..
Onca kişilik ve onca şahsiyetin bir fikir babası, bir yürek sesi’ne; bu lâkaytlık, bu ciddiyetsizlik revâ mı?..
Bu haksız muamelenin muhasebesini yaparken ben böyle sessiz sessiz ne gariptir ki, kim tarafından söylendiği belli olmayan şu:
{ “Kimsesiz hiç kimse yok, her kesin var kimsesi
Kimsesiz kaldım,yetiş ey kimsesizler kimsesi” La Edri}
beytini dilime dolamış ve yine dalmışken derin derin
-daha fazla dayanamamış olmalılar ki- altın varakların arasından fırlayıp, sahifeler arasında canlanıverdi sanki o gönlümün kahramanları…
Kucaklarken büyük bir özlemle Ömer babalarını, sarıp sarmalayıverdiler de bir anda bütün yaralarını…
Süzülürken gözlerinden yaşlar, pek vakurca omuz omuza vermiş ve de el ele tutuşmuşlardı…
Kimler yoktu ki kimler!..
Ama en önde ve ortadaki ‘Muhsin Çelebi’ydi…
Palabıyıklı, iri cüsseli ve saygı telkin eden görüntüsü ile de hemen dikkat çekiyordu… Ağlamamaya çalışırken kardeşlerine örnek olmaya çalışan bir ağabey’e benziyor olsa da, elinden bir şey gelememenin hüznü içinde o dik başı yetim bir çocuk gibi yana düşmüş, dokunsan feryatlara boğulacaktı…
Muhsin Çelebi!..
Hani şu koca Osmanlı’ya kafa tutan küstah, kurnaz ve de zalim İran Şahı İsmail’e haddini bildirmek için o koca Osmanlı divanındaki paşaların; ‘cesur ve gözü pek bir isim’ belirleyemedikleri bir zamanda ‘büyüklere ülfet etmez çünkü bir ikbal beklemez’ diye kefil olunarak elçilik için en uygun bir şahsiyet olarak seçilen Muhsin Çelebi…
Hani şu, devletinden beş kuruş talep etmediği gibi; verilenleri de asla kabul etmeden devletinin itabarına zerre miskal gölge düşmemesini kutlu bir vazife, şahsi bir mesele bilen Muhsin Çelebi…
Hani şu; elçi olarak görevli olduğu ve bir misafir gibi ağırlanması gerektiği halde sırf, ‘Âli Osmanlı’ gibi bir devletin varlığını hiçe saymış olmak için elçilerine oturacak bir yer göstermeyenlere inat; bütün malını mülkünü sıfırlayarak satın aldığı dillere destan o ‘Pembe İncili Kaftanı’ yere serip, üstüne oturarak – el etek de öpmeden – şahı daha başında mat eden Muhsin Çelebi!..
Hani şu, ‘devletini en iyi şekilde temsil etmeye etmiş olduğu yemin ve kendinden emin’ bir şekilde İran sarayına gelip; yemininin kutsiyeti ile sadakatinin şahsiyetine eklediği o muhteşem karizması ile o kendini bilmez şahın huzurundan; biraz hayret, biraz şaşkınlık ama en çok, öfkeyle karışık gizli bir hayranlık uyandıra uyandıra ayrılan Muhsin Çelebi!..
Ve de:
–Kaftanınızı unuttunuz, kaftanınızı unuttunuz uyarılarına hiç istifini bozmadan
–Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak minderiniz, şilteniz yok…Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz diyerek, satın almak için uğruna bütün bir servetini harcadığı kaftanını, gözünü kırpmadan orada bırakarak devletinin itibarının harcanmasına müsaade etmeyen Muhsin Çelebi!..
Evet efendim işte o ‘Pembe İncili Kaftan’ isimli öykü ki –pardon- ‘O Pembe İncili Kaftan’ın sahibi ki, o zenginliğinden eser kalmayacak kadar fakir düştüğü, çoluğunun çocuğunun ekmeğini ancak Üsküdar pazarında sebzevatçılık yaparak çıkardığı halde; ne kimseye boyun eğecek kadar ezilmeyi, ne de bütün bir servetini bir anda yere atacak kadar gösterdiği fedakarlığı anlatıp gevezelik ederek; ‘pohpohlanmayı bekleyen bir kişilik sahibi olmayan’ Muhsin Çelebi!..
Kısacası ve açıkçası işte o ‘dillere destan, düşmana ferman’ gibi çarpan kaftanı, elçi olarak gittiği sarayda elinin tersiyle bırakan ve bunu da çok sıradanmış gibi hiç kimseye anlatmayan ‘adam gibi bir adam’dır Muhsin Çelebi!..
Kısacası ve açıkcası Pembe İncili Kaftan’ın nerede, nasıl, niçin bırakıldığını bir türlü öğren /e / me/ se / de merak eden; yağtığı ile övün/me/me/nin de mümkün olabileceğini öğreten, ‘asil ruhlu bir kahraman’dır Muhsin Çelebi!..
……………………………
Onun hemen yanında ise, O imanlı, O inançlı Türk komutanı
Kara Memiş vardıı…
Devamı gelecek yazımızda; bir üstte sözünü ettiğimiz metin ise aşağıda:
[Derin Tarih Dergisi Temmuz sayısında yer alan Ümit Bayazoğlu imzalı metin’den:
“Ömer Seyfettin 23 Şubat 1920’de şeker hastalığından ötürü son durağı olacak Haydarpaşa Hastanesi’ne kaldırılmış, 6 Mart 1920’de ise bu hastanede son nefesini vermişti. Bayazoğlu ünlü yazar Ömer Seyfettin’in hazin ölüm hikayesini şöyle anlatıyor:
Şeker hastası olmuştu ve daha kötüsü bu maraz hızla ilerliyordu. Fakat bundan ne kendisinin ne de o devir doktorlarının haberi vardı.
Olamazdı da zira o zamanlar diyabet ve insülin dünyada bile bilinmiyordu. Her doktora gittiğinde şekerin yaptığı eklem ağrıları için romatizma tedavisi uyguluyorlar ve çıkarken sıkı sıkı tembihliyorlardı: “Aman azizim bol bol portakal, madalina ye, üzüm hoşafı iç” diye.
Böyle diye diye 23 Şubat 1920’de yazarı bir daha kalkmamak üzere yatağa düşürdüler. Ve Ömer Seyfettin 6 Mart’ta Haydarpaşa Hastanesi’nde “Ah Selanik!” diye inleye inleye son nefesini verdi. Nümayiş gibi kalabalık ve öfkeli bir cemaatin huzurunda cenaze namazı kılındıktan sonra Kuşdili’nde Mahmud Baba haziresinde toprağa verildi. Cenazesinden bugüne iki hatıra kaldı. Birincisi, Mahmud Baba haziresinin üzerinden yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı kaldırılacak ve 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledilecekti. Vefatından 19 yıl sonra kemikleri Asya’dan Avrupa’ya nakledildi.
İkinci ve en acısı, vefatından sonra cenazesi kimsesizlerin cenazeleri gibi Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılmış ve orada görevli Sivaslı bir hademe tarafından karnı yarılarak otopsisi yapılmıştı. Kadavrasının fotoğrafını ise kütüphane memuru çekmiş, etrafında toplananlar ilgisiz nazarlarla fotoğrafçıya bakmışlardı. Halbuki önlerinde yatan edebiyatımızın usta kalemlerinden birinin cenazesiydi. Bu ayıp bize yeterdi.
Bir ikincisini yetiştiremediğimiz Ömer Seyfettin sahipsiz ve yapayalnız ölmüş, cenazesi hastanede kesilip biçilmiş ve arkadaşları bundan çok sonra haberdar olabilmişlerdi. İnanmayan Yusuf Ziya Ortaç’ın Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler adlı kitabındaki ilgili bölüme baksın”]