Roman Yazıları

Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi Adlı Kitabı Üzerine Rahime Kösem Alcan Yazdı…

CENGİZ AYTMATOV’UN “BEYAZ GEMİ” ADLI KİTABI ÜZERİNE YORUMLAR

RAHİME KÖSEM ALCAN

Eserleri onlarca dile çevrilen, haklı bir üne sahip olan Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un Beyaz Gemi” adlı hikâyesi zıtlıkların savaşını gösteren,  vicdanları harekete geçiren anlatımı ve kurgusuyla hakkında çok konuşulan bir eserdir.

Yazar, her eserinde olduğu gibi bunda da ait olduğu coğrafyaya, köklerine, geçmişine olan bağlılığını göstermiş, insan, doğa, hatta canlı cansız varlıklara olan sevgisiyle, halk kültürü, efsane ve mitlerle örülü anlatımıyla iyilik ve kötülüğü savaştırmıştır. Kitaplarında Manas destanının izlerini hissettirir. En sonunda, çok yönlü düşünülebilecek bir sonuçla vicdanları harekete geçirmeyi başarır.

Yazar bu eseriyle, sonu kötü bitmiş izlenimi edinen okurun aksine, aslında savaşta iyiliğin galip geldiğini, her ne olursa olsun kötülere teslim olmadığını ifade eder. Çocuk kalbinin saflığını ortaya çıkarırken, karakterler üzerinden toplumsal yapıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Hikâyeyi anlatmaya başlarken, daha ilk satırlarda okura ipuçları verir, masalın sonunu bize hissettirir. Olayları film sahnesi izler gibi takip ederken, akıcı, son derece sade bir anlatımla karşılaşırız. Anlatıcı kimliğiyle, sanki karşımızda, şöminenin dibinde masal anlatıcısı havasında anlatır olayları. Kahramanın aklından geçenleri, hayallerini, üzüntüsünü, rüyalarını bilir. Hikâyesini güçlü tasvirler ve gözlemlerle kâh dedenin, kâh çocuğun gözüyle gösterir. İlk cümlelerde anlarız masalsı bir anlatımla, efsane ve mitlerle bezeyeceğini.

Reklam 1

Kahramanını “çocuk” olarak anlatır. Onun bir adı olduğunu bilmeyiz, masumiyet ve iyiliğin timsali yeryüzündeki tüm çocukları temsil eder. Çocuk annesi tarafından bırakılmıştır, hikâyede anne tipi belirgin değildir. Çocuk, tüm diğer insanlar gibi, Maral Ananın evladı olduğunu düşünür. Satır aralarında onun ne kadar yalnız olduğunu hissettirir yazar.     

Olayların yansımasını bazen çocuğun bakış açısıyla görürüz, bazen Mümin Dedenin, bazen de merhametsiz, katı yürekli damat Orozkul’un. Kahramanların gözünden kavrarız iki zıt kutuplu karakterlerin, iyiyle kötünün savaşını. Çaresizlik, baskı ve şiddetle, hayatın gerçekleriyle örülü, üç evden oluşan kocaman bir evren bir tarafta, masal, efsane ve mitsel rüyalarla hep iyiliğin hüküm sürmesine duyulan özlemse diğer taraftadır. Hikâyenin anlatı zamanı, “Kaptıkaçtı” denilen, köyleri dolaşıp öteberi satan gezici satıcının gelmesiyle ve çocuğa çanta alınmasıyla başlar. Çocuğun okula başladığı ilk zamanlarda da son bulur. Olaylar San- Taş vadisinde dağ başında, yaz kış akan bir ırmak kenarında geçer. Çocuk dağda, hâkim bir tepeden dürbünüyle “Issık Gölü”nü izler. Orada gördüğü “Beyaz Gemi” onun hayallerini süsler.

Balık adam olup, dereyi yüzerek geçip, orada gemi işçisi olarak bildiği babasına gitme hayali kurar. Bu hayaller hayata karşı dayanma gücü verir. Yalnızlığını hayal kurarak ve çevresindeki nesnelerle konuşarak giderir. Çevrenin “Hamarat Mümin” dedikleri, çocuğu himaye eden, her şeyden çok seven dedesine de çoğu zaman acır çocuk. Kafasında bir türlü oturtamaz neden iyi niyetli, iyi kalpli, herkesin işine koşan, kimseyi kırmayan kimselere kötü davranılır, neden küçük görülür ve saygı duyulmaz. Çocuğun duygu dünyasıyla yaşadığı dünyanın insanları taban tabana zıttır. Yazar, dedenin biyografisini uzun uzun anlatır ki, ileride anlatacağı olaylardaki tutumuyla bu karakter özelliklerini okurlar kafalarında iyice örtüştürsün. Çok iyi bir gözlemci olan çocuğun gözünde dedenin değeri büyüktür, onu çok sever ve ona çok inanır. İşte bu inanışların gereği olarak çocuğu avutmak için söylediği her şeye çocuk gönülden inanır, anlattığı, masallar ve efsanelerle kendi hayatını özdeşleştirir.

Orozkul eniştesi, zalim, duygularını kaybetmiş, adeta düzenin bir parçası olmuş bir tiptir. Yazarın başka romanında da kullandığı, Mankurtlaştırılmış tiplemeler akla gelir onun tipinde. Özünden uzaklaştırılmış, özgürlüğü elinden alınmış, geçmişini unutmuş bir tiplemedir bu. Onun hayallerini büyük şehir süsler. Orozkul, emri altında olanları çalıştırır, onlarla kesilmiş odunları dağdan aşırarak eve getirir, sonra sahibine teslim eder. Artık orman amiri Orozkul’un yaz aylarında kendisine verilen ziyafetlerde yediğinin ödeme vakti gelmiştir.  Odunu indirdikleri sırada, dereye takılıp kalır, çıkaramazlar. Yaşlı adam, damadına atı dinlendirmeyi, eve gidip yemek yemesini, kendisinin de çocuğu okuldan alması gerektiğini söyler. Kütüğün yerinden oynamamasına, dedenin hallerine, hatta hayatta her şeye kızan adam bu öneriye de çok kızar. Tehditler savurarak adamı susturur. Mümin dede hiç tereddüt etmeden ahırdan damadın kıymetli rahvan atını alır. Öğretmenin yarı yola kadar getirdiği çocuğu teslim alır. Çocuk çok üzülmüştür. Çocuğu canlandırmak için dağda odun sürürken gördükleri geyiklerden bahseder. Birden canlanan çocuk soru yağmuruna tutar dedeyi.

Dede düşüncelere dalar, kopacak fırtınayı düşünür. Çocuğu okuldan almasının, üstelik damadın binmeye kıyamadığı rahvan atı almasının acı bir bedeli olacak mıydı? Evde derin bir sessizlik vardı.  Yaşlı adam, karısının ısrarıyla tekrar damadına yardım için yola düşer. Onları endişeyle seyreden çocuk, adamların arkasından giden dedeye üzüntüyle bakar, sonra her zamanki gittiği derenin kenarında ağlayarak koşmaya başlar. Ağlaması kesilip karşıya bakınca şaşkınlıkla dona kalır, ırmağın karşı kıyısında kendisine bakan üç maralı görür.

“Ne kadar da iri, parlak gözleri vardı. Çocuğa öyle dikkatli bakıyordu ki!”

Çocuk koşarak eve gelir, dedesine marallar gelmiş diye bağırır. Dede, üzgün, suskun büzüldüğü köşesinden öylece bakar ona. Hava soğuktur, çocuk tir tir titreyerek yatağa girer, halsizlikten hiç sesini çıkaramaz, çevresindeki gürültüden, şamatadan da kafası şişmiştir. Yarı uyur yarı uyanık düşler âleminde gezer durur. Çocuk bazen geyik anayla karşılaşıyor, bazen diğer maralları gözlüyor, bazen de ırmağa dalıp, geyik anadan yardım istiyordu. Çocuğun başı çatlayacak gibi ağrıyordu.

Bu arada damadın cephesinde İşler gerçekten kötü gitmeye başlar. Damat istemese de peşinden giden dede ezile büzüle zorlu tırmanışlarla, şişmiş odunu çıkarmalarına canla başla yardım eder. Çok uğraşırlar sıkışan ağacı çıkarmak için. O kadar bu işe kendilerini verirlerdi ki, az ileride su içen geyikleri fark etmezler. Sonunda şaşkınlıkla görürler geyikleri. Aralarında yorum yaparlar. Ne kadar güzellerdi, keşke tüfek olsaydı, kaç kilo gelirdi bunlar acaba?

Çocuk, evde hasta yatağında derin derin uyuyordu. Hafiften duyduğu tüfek sesiyle kendine gelir gibi olduysa da yine çok çabuk dalıyordu. Kap kacak sesiyle, evdeki kadınların sesiyle uyanır. Bir gün önce yakından gördüğü, kendisine dik dik bakan maralları anlatmak için dedesini beklemeye başlar. Belki maralları eve alıştırırdı. Belki de yavru maral her gün onunla okula gelirdi. Ama dedesi gelmiyordu. Etrafta keskin bir alkol kokusu vardı. Avludalardı, dışarısı soğuk, ateş yakmışlar, kazanda kaynayan etin kokusu her yeri sarmıştı. Dedesine seslenir, omzuna dokunur, sanki başka bir adam vardı, dedesi değildi. Çünkü dedesi körkütük sarhoştu. Hasta mısın dede diye üsteler çocuk. Dedesi ona gitmesini söyler sadece. Torununa sırtını dönüp düşüncelere dalar. Çocuk dedesini anlamamakla beraber, samanlıkta yere serilmiş kahverengi deride kanlar içinde parçalanan etleri görüverir. Boynuzu kafadan ayırmaya çalışan, büyük bir hınçla baltayı saplayan Orozkul enişteye bakar şaşkınlıkla. Başı dönmeye başlar, midesi taş gibi olmuştur. Çocuk, bir süre sonra kös kös eve döner, yatağa yatar.

Orozkul elinde tuttuğu geyik boynuzunu kaynatası Mümin Dede’nin önüne fırlatır.

 “Artık ölebilirsin dedi damdan düşercesine.”

Çocuk, içinden büyük bir öfke duyuyordu, ama kalkamıyordu. Sonra daldığı düşlerinden, sarhoş adamların kahkahasıyla uyanır. Daha da anlat diyorlardı Orozkul’a. Geyik avını nasıl yaptıklarını, yaşlı dedeyi nasıl korkuttuğunu anlattırmak istiyorlardı. İyice şevklenen Orozkul anlatıyordu.

“Geyiklere iyice yaklaşmıştık. Ormanın ağaçsız yerinde üçü bir arada duruyordu. Tam atlarımızı ağaca başlamıştık ki, bizim ihtiyar ellerime sarıldı. Olmaz, dedi geyiklere el sürülmez. Birden içimden gülmek geldi, ama gülmedim, ciddi bir yüz takındım. “yoksa hapishaneyi boylamak mı istiyorsun dedim. Ne hapishanesi dedi. Sen şimdi bu masalları bırak, sonra yaşına başına bakmaz, hakkında iki satır yazarsam paçayı bir daha kurtaramazsın dedim.” Ondan sonra nasıl marallara yaklaştıklarını, yaşlı adamı nasıl vurmaya ikna ettiğini anlatır. İhtiyar adam istemese de nasıl tehdit ettiğini, adamın eline tüfeği nasıl tutuşturduğunu kahkahayla anlatır. Kahkahalardan, içki kokusundan çocuk boğulacak gibi oluyordu. Küçük bedeni ateşler içinde yanıyordu. Birdenbire kendini, ırmağın soğuk sularında, hep hayal ettiği gibi balığa dönüşmüş hisseder, artık hep böyle balık kalacağını, hiç dağlara dönmeyeceğini hayal etmeye başlar. Yavaşça yataktan kalktığını, evin köşesini dönüp kusmaya başladığını kimse fark etmedi. İnleyerek ağlıyor, bir yandan da söyleniyordu.

“Hayır, balık olmak istiyorum. Gideceğim buradan, bir daha dönmeyeceğim. İlerlerken, evin avlusunda körkütük sarhoş olan dedesini gördü, omuzlarından sarstı:

“Dede, kalk eve gidelim. Yatma burada, dede..”

Utancından kahrolan adam, sarhoşluğa sığınmış, artık torununun sesini duyacak halde değildi.

“Balık olacağım ben” der tekrar dedesine. Dededen ses gelmez yine. Çocuk sessizce uzaklaşır, hemen suya dalar. Kimse çocuğun suya daldığını fark etmez. Eğlenceli kahkahaları duyulur.  En son paragrafta yazar çocuğa hitaben konuşur, “Issık Göl’e yüzemeyeceğini, orada beyaz gemiyi göremeyeceğini, ona, merhaba beyaz gemi, ben geldim, diyemeyeceğini düşünmedin mi çocuk?”

“Ama, bir şeyi rahatça söyleyebilirim: Çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin sen. İşte bunun için avunuyorum. Bir kez çakıp sönen bir şimşek gibi yaşadın sen. Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur, işte bundan dolayı kıvançlıyım.”

Bu sözlerde ve diğer paragrafta, yazar, anlatısının mutsuz sonunu açıklar okurlara. İyiyle kötünün savaşında aslında çocuk saflığının kazandığını, ne olursa olsun zalimlerin düzenini kabul etmediğini, yeryüzüne iyiliğin hâkim olması için kendini feda ettiğini anlatır.

“Avunduğum başka bir şey daha var: İnsanın çocuksu, temiz vicdanı tohumun içinde öz gibidir. Bu öz olmadan hiçbir tohum gelişemez ve bizleri ilerde ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şeyler de var olacaktır.”

 “Senden ayrılırken senin sözlerini yineliyorum, küçük çocuk; “merhaba beyaz gemi, ben geldim.!”

Reklam 2 Makale

Rahime Kösem Alcan

Hikâyeci-Yazar

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Reklam 3 Yorum
Başa dön tuşu